Recommended Post Slide Out For Blogger

24 Aralık 2014 Çarşamba

Silvia Federici'yle dünya ahvali hakkında bir röportaj; devlet, kadınların denetimini erkeklere verir


Silvia Federici New York’ta yaşayan bir düşünür, öğretmen ve örgütçü. Nijerya’da yıllarca öğretmenlik yaptıktan sonra bir sosyal bilimler profesörü olarak çalıştığı Hofstra Üniversitesi’nde fahri profesörlüğü sürdürüyor. Federici, diğer birçok rolünün yanında, Afrika Akademik Özgürlükler Komitesi’nin ve Uluslararası Feminist Kolektif’in kurucularından. Evişi için Ücret kampanyasını örgütledi ve Midnight Notes Collective’in içinde yer aldı. Federici’nin en bilinen çalışması Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim, ilksel birikimin kapitalizmin temel bir özelliği olduğunu savunuyor. Federici'yle Ocuppied Times'da Eviçi emeğin sömürüsü ve bu temelde gelişen kadına yönelik şidde, kadın, çocuk ve yaşlı bedenlerin denetim altına alınması konularına değindiği zihin açıcı  röportajı paylaşıyorum.
Occupied Times Çalışmanız, özellikle de fabrika sistemi içinde, üretim ve yeniden üretimin optimum birimi olarak görülmeye başlandığı on dokuzuncu yüzyıl kapitalizminin bir yapısı olarak çekirdek ailenin ortaya çıkışına odaklanıyor. Çekirdek aileyi telafisiz şekilde geriletici ve dönülmez biçimde kapitalist ilişkilerle bağlantılı mı görüyorsunuz? Öyle ise, kendimizi bu normatif toplumsal yapıdan nasıl kurtarabiliriz?
Silvia Federici Çekirdek aile, çelişki üzerine kurulu bir toplumsal formdur. Yeniden üretimi sağlar ancak gelecek veya günlük sömürümüz açısından işçiler olarak. Bu denli baskıcı olmasının bir sebebi budur. Çocukken kapitalist iş disiplinini kabul etmeyi öğrendiğimiz yerdir. Ayrıca eşitsiz ilişkilerin de yeridir. Eviçi emek ve eviçi yaşam, kadınların karşılıksız emeği ve erkeğin bunu denetimi üzerine kuruludur. Çalışmalarımda sık sık işaret ettiğim üzere: ücret yoluyla sermaye ve devlet, kadınların çalışmasını denetleme yetkisini erkeklere vermiştir, bu yüzden eviçi şiddet toplumsal olarak kabul görür ve bugün bu denli yaygındır. Karınızı döversiniz çünkü evişini yapmamıştır. Örneğin, daima evişinin bir parçası olarak görülen cinsel ilişkiyi reddetmiştir. Feministler buna karşı mücadele verene dek, karınızın dövülmesi suç olarak görülmüyordu; aynı şekilde, çocukların dövülmesi de şiddet sayılmıyordu, toplumsallaşma süreçlerinin bir parçası olarak görülüyordu, çünkü çocuklar, çalışmadıkları için bedenleri ve beden bütünlükleri üzerinde denetime sahip sayılmıyordu. Resmi makamlara aile içinde de tecavüz diye bir şey olabileceğini kabul ettirmek uzun bir mücadele gerektirdi.
 
Çekirdek aile toplumsallığın ortadan kaldırılmasının bir aracı olageldi. 20 yy.da işçi sınıfı ailesi toplumun geri kalanından giderek daha izole bir hale geldi. Konut politikaları, banliyönün de oluşumu ile bu süreci hızlandırdı. Kendimizi aileden nasıl kurtarırız? Öncelikle bugün işçi sınıfı ailesi zaten kriz içinde, çünkü işsizlik, güvencesiz çalışma ve ücretlerdeki çöküş birçok genç insanın aile kurmayı ertelemesini veya bundan vazgeçmesini getiriyor ya da ebeveynleri iş peşinde farklı yerlere sürüklüyor. Aile sahibi olma hakkı, ki bu belirli bir seviyede yeniden üretim hakkıdır ve kölelik ile ücretli işgücü arasındaki farkı yaratan şeydir, giderek daha fazla tehdit altında. Fakat aynı zamanda, kan bağlarından ziyade dostça ilişkiler üzerine inşa edilen daha geniş aile türlerine de bir dönüş yaşıyoruz. Bu, sanırım takip edilmesi gereken bir model. Bir geçiş döneminde olduğumuz ve epeyce deneyin yaşandığı aşikâr, fakat aileyi – hetero veya gey – daha geniş bir topluluğa açmak, onu giderek daha fazla izole eden ve sorunlarına kolektif bir şekilde çözüm aramaktan alıkoyan duvarları yıkmak; işte sömürüye karşı direnişimizi güçlendirmek için almamız gereken yol bu. Çekirdek ailenin yok edilmesi / dışa açılması, direniş topluluklarının inşasına giden yol.

 Selma James ve Bell Hooks gibi diğerleri, hareketin siyah, trans ve işçi kadınların deneyimlerine olan körlüğünü ortaya çıkarırken, siz de sınıfsal ve ırksal önyargıları nedeniyle 1970’lerin kadın özgürlük hareketine eleştiriler getirdiniz. Feminizm içindeki tartışmalar ve mücadeleler bugün sıkça benzer bölünmelere odaklanırken, bu meseleler etrafında örgütlenmekten kaynaklı paylaşabileceğiniz pratik dersler var mı? Devrimci hareketlerin kadınların yaşamlarını etkileyen farklı farklı ve çakışan baskıları tanımasını ve bunlar üzerinden harekete geçmesini sağlamak için hangi yaklaşımların en etkili olacağını düşünüyorsunuz?

 En iyi yaklaşım, cinsel ve ırksal çizgilerle ayrıldığımız sürece daha adil bir toplum yaratma gücüne sahip olamayacağımızın farkına varmak. Daha spesifik olarak, kadınların sömürülmesinin bütünselliğine karşı mücadele vermezsek ve yalnızca sınırlı bir kadın grubunun yararına olan politikaların kavgasını verirsek, hiçbir ciddi toplumsal değişim elde edemeyiz. Örneğin, bedenlerimiz üzerindeki denetimin kürtaj hakkı ile tanımlanması ve dolayısıyla sterilizasyon riski altındaki veya ekonomik koşulları nedeniyle çocuk sahibi olamayan kadınların durumunun göz ardı edilmesi, feminist hareketi zayıflatmıştır. Öyle ki bugün yasal kürtaj bile bir meseledir ve birçok ülkede düşük gelirli kadınların erişimine uzaktır. Benzer şekilde, doğum izni için güçlü bir kampanya yürütülmemiş olması (mesele 1976’da ABD Yüksek Mahkemesine gittiğinde) ve sosyal yardım alan kadınların aşağılanması ve kriminalize edilmesi – hepsinden de ötesi, sosyal yardımların Bill Clinton tarafından 1996’da kaldırılmasına karşı mobilize olmamış olmak – da tüm kadınları etkileyen önemli bir hata oldu.

Evişini gerçek iş saymıyorsak, ki bu sosyal yardımdan çalışma yardımına geçişin dayanak noktasıdır, kimsenin aile geçindirmek için kurumsal destek almaya hakkı olmaz. O zaman, devlet, çocuklarımızı yetiştirmemizin kişisel bir sorumluluk olduğunu ve örneğin kreş istiyorsak parasını ödememiz gerektiğini iddia ettiğinde haklı olur. Kısacası, yaklaşım, tüm kadınların ve hepsinden önce en çok sömürülen ve ayrımcılığa uğrayanların yararına olmayan herhangi bir talep ve stratejinin, içimizde oluşturulmuş hiyerarşileri ayak altına almayan tüm yaklaşımların iflas etmeye mecbur olduğunda ve anlık olarak elde ettiğimiz tüm kazanımların en sonunda sonunu getireceğinde ısrar etmektir.


 Caliban ve Cadı’da, kadınlara dayatılan boyun eğmenin ve bedenlerine ve emeklerine el konmasının merkezinde yer alan (diğer faktörlerin yanı sıra) cadı avı yargılamalarına, yakmalara ve işkenceye işaret ediyorsunuz. Tarihsel cadı avlarının günümüz dünyasında paralelleri var mı? Örneğin, benzer çitleme ve birikim süreçlerin işlediği Sahara Altı Afrika’da cadı avları gördük.

Evet, 16-18. yy.ın cadı avları ile bugün dünyanın birçok bölgesinde gerçekleşenler arasında bir devamlılık var. Arada büyük farklar da var: Bugünün cadı avları hükümetler ve ulus devletler tarafından yürütülmüyor, yasalarca desteklenmiyor ve geçmişte olduğu gibi çağdaş entelijansiya tarafından savunulmuyor. Devamlılık şurada: Geçmişin cadı avlarında olduğu gibi, günümüzdekiler de ‘ilksel birikim’ sürecine özgü gelişmelerle, bu durumda, giderek artmakta olan, kadınların toprağa erişimini kısıtlama çabalarına ve toprak sahibi olan ve/veya müsadereye direnen kadınlara (özellikle de yaşlı kadınlara) yönelik saldırılara yol açan toprak müsaderesi ve özelleştirmeler süreci ile bağlantılı. Hem Afrika’da hem de Hindistan’da binlerce kadın cadılık suçlaması ile öldürüldü, kocaları öldükten sonra topraklarını ellerinde tutmak için mücadele eden dullar da kurbanlar arasında.
Devamlılığın daha ileri bir unsuru, cadı avının yalnızca kadınların ekonomik konumunu değil ancak toplumsal kimliklerini de yeniden tanımlamak ve toplumsal güçlerinin altını oymak için kullanılması. Kocalarının ücretsiz yardımcısı olmaya indirgenmeye karşı çıkan, direnen kadınlar da (örneğin Afrika’da) cadı olarak görülmüştür. Tesadüfi olmayan bir şekilde bugün Hindistan’daki cadı avı (geçmişte olduğu gibi), kadınların geleneksel olarak ekonomik açıdan daha bağımsız olduğu kabile bölgelerinde özellikle yaygındır. Bu sorularla ilgili olarak uluslararası kadın çalışmaları dergisi Journal of International Women’s Studies’de Ekim 2008’de yayınlanan “Witch-hunting, Globalisation and Feminist Solidarity in Africa Today” (Cadı Avı, Küreselleşme ve Afrika’da Bugün Feminist Dayanışma) çalışmama başvurulabilir.

 Avrupa ve Amerika’da kadınlara boyun eğdirilmesinin kapitalizmin oluşumunda kritik olduğunu savunuyorsunuz. Bu sadece bir Atlantik fenomeni mi yoksa Asya’da sömürgecilik de benzer bir rol oynadı mı?

 Gerçekten de benzer bir rol oynadı, birçok bölgede sömürgecilik (örneğin Latin Amerika’dan) daha sonraki bir tarihe denk gelmesine ve toplumsal ilişkiler üzerinde aynı etkiyi yaratamamasına rağmen. Hatta Çin’de, sömürgecilik kıyı şeridi ile sınırlı oldu. Ve cinsiyet ilişkilerinin sömürgecilik tarafından dönüştürülme derecesinde bölgesel farklılıklar da vardı. Ancak genel bir eğilim olarak sömürgecilik, hem İngiliz hem de Hollandalı sömürgeciler patriarkal geleneksel hükümleri destekledikleri ve kadınları toprağa erişimden ve hatta otlak hakkından artan şekilde dışlayan bir toprak özelleştirmesi sürecini körükledikleri için cinsiyet eşitsizliklerini derinleştirdi.

Hindistan’da örneğin, İngilizler Hindistan’ın dulların kocalarının mülkünü miras almasına dair kısıtlamalarını resmi olarak desteklediler ve kırsal bölgelerde kadınların bağımsızlığının altını oymak için yerel şeflerle işbirliği yaptılar. Hem Hindistan’da hem de Endonezya’da sömürgeci egemenliği, birçok bölgede gelişmiş olan (örneğin kadınların toprağın kolektif mülkiyetine sahip olduğu ve anasoy zinciri üzerinden miras aldığı Hindistan’da Kuzey Kerala’da ve Endonezya’da Batı Sumatra’nın Minangkabau topluluklarında) anasoylu toplumların sonunu getirdi.

 Caliban ve Cadı’da şunu söylüyorsunuz: “Marks, doğurmanın bir sömürü alanı olabileceğini ve aynı şekilde bir direniş alanı haline gelebileceğini asla görmedi. Kadınların yeniden üretimi reddedebileceğini veya böylesi bir reddin sınıf mücadelesinin parçası olabileceğini asla tahayyül etmedi.” Bu reddedişin kolektifleştirilmiş şekilde uygulanmasını savunur muydunuz?

Dünya üzerindeki kadınlar, savaş sürdüğü müddetçe erkeklerle sevişmeme kararı alan Atinalı kadınlarla aynı şekilde, kendileri için daha dostça bir yer haline gelene dek bu dünyaya daha fazla çocuk getirmemek için bir doğurma grevine gitse harika olurdu. Fakat bunu yapmayı önermiyorum. Bu sürdürülebilir bir strateji değil çünkü nasıl örgütlenebileceğini tahayyül etmek zor ve nüfus kontrolü destekleyicilerinin yararına sonuçlanabilir. Ayrıca, yeraltından sürmekte olan bir doğurma grevi olduğunun da bilincinde olmak gerek. Savaşların salgın hale geldiği Afrika ülkelerindeki kadınlar çocuk doğurmamaya veya düşürmeye çalışıyorlar, tıpkı kölelik döneminde kadınların yaptığı gibi. ABD’de ve Avrupa’nın Fransa hariç çeşitli bölgelerinde de doğum oranları düşüşte. Bu nüfus istatistiklerinin arkasında kapitalist gelişmeyi şüphesiz bir şekilde etkileyen bir mücadele süreci olduğunu görmeliyiz.

 Sıfır Noktasında Devrim’in önemli bir bölümünde, toplumsal hareketlerin sürekli olarak yaşlı bakımı meselesini görmezden geldiği gerçeğine işaret ediyorsunuz. Aslında, sol eğilimli bazı yorumcular tarafından “kuşaklar arası adaletsizlik” hakkında epey tartışma yürütüldü. Özellikle de ABD’de ve Batı Avrupa’nın bazı bölgelerinde yaşlıların tecrit ve ihmal edilmesi gibi meselelerin toplumsal hareketlerin politik pratiğine veya taleplerine nasıl dâhil edildiğini görmek istiyorsunuz?

Yoksulluk, aşağılanma ve yalnızlığı mesele ediyorsak, bu sorunların tümünün, ciddi finansal kaynaklara sahip değillerse toplumumuzda nüfusun en görünmez ve unutulmuş kesimi arasında olan yaşlılar tarafından korkunç bir şekilde deneyimlendiğini görmemiz gerek. Feministler bile, Nancy Folbre gibi birkaç istisna haricinde, yakın zamana dek genellikle yaşlıları görmüyordu. Yaşlı bakımına politik bir mesele olarak ilgi yeni bir olgu.

Toplumsal hareketlerin ele alması gereken birçok sorun var. Örneğin, ABD’de ücretli iş sahibi olmamış ancak hayatları boyunca tam zamanlı ev kadını olarak çalışmış kadınların, dokuz yıl evli kalmaları ardından kocalarınınki hariç hiçbir (ki o da maaşının ancak yarısı kadar) sosyal güvenceye sahip olmadıkları gerçeği. Ayrıca, yaşlılara yönelik sosyal hizmetler de kırpıldı ve bunun sonucunda yaşlılar için bugün huzurevlerine veya evde gündelik işleri için hemşire bakımına erişmeleri giderek daha zor hale geldi. Yine de, yaşlıların hayatlarındaki bu giderek artan kötüleşmeye karşı hiçbir grup mücadele vermedi.
Aynı şekilde, ABD’de, hükümet emeklilik yaşını artırma planını duyurduğunda Fransa’da gelişen gibi kuşakları aşan bir protesto türü görmedik. Sosyal güvenceyi ortadan kaldırmaya veya azaltmaya yönelik girişimlere karşı bir hareket inşa etmek iyi bir başlangıç noktası olacaktır. Özellikle de sosyal güvence, gelecek nesillerin fırsatlarını kısıtlayarak ulusun refahını yaşlılara harcıyormuş gibi bir izlenim yaratılırken. Gençlerimizle yaşlılarımızı bölmeye dönük bu arsız girişim tüm toplumsal hareketlerin kaygı duyması gereken bir mesele.

Toprak ve mekân sürekli olarak boş (ihlal edilebilir) hudut muamelesi görüyor: süregiden bir birikim sürecinde kolonileştiriliyor, yeniden yapılandırılıyor ve eski durumuna geri getiriliyor. David Harvey’in ‘mülksüzleştirme yoluyla birikim’ teorisi, ilksel birikim fikrini genişleterek, gentrifikasyon sürecinin güçlü bir açıklamasını sunuyor; ki siz de Marx’tan bu konuda ayrılarak bu sürecin kesintisiz devam ettiğini belirtiyorsunuz. Bu kesintisiz ilksel birikim döngülerinin sınırları olduğuna inanıyor musunuz, varsa bu sınırlara erişmek üzere miyiz? Kapitalizmin, kendini yeniden üretmesine imkân veren, her zaman bulduğu yüzeysel, geçici ve teknolojik çözümlerin sınırı var mı?

 Bu sınırları görmüyorum, ufukta değiller. Örneğin yıllardır pik petrol hakkında bir şeyler duyuyoruz ve artık daha önce hayal edilemeyen derinliklere sondaj yapılması, bu varsayımların ne denli yersiz olduğunu gösterdi. Ayrıca, kapitalizmin sömürü sürecinde karşılaşabileceği sınırlara konsantre olmak kötü bir politika. Kapitalizmin kendi kendisini yok edeceği illüzyonunu besliyor ve ajandamızda sömürüye dayanmayan bir dünyanın inşasına yer açma ihtiyacının üzerini örtüyor. Dünyanın bir sonu olduğu açık, fakat antikapitalist bir strateji inşa etmeye yönelik bir bakış açısı ile, bizim meselemiz kapitalist gelişmenin maddi sınırları olmamalı. Bizim meselemiz, halkın, doğanın talanını ve çevresel yıkımı körükleyen kapitalist teknolojiye duyduğu hayranlık olmalı. Dünya üzerinde bu kadar çok insan kapitalist teknolojiye hayranlık duymaya devam ettiği sürece, kapitalizm, varsa karşılaşabileceği sınırları da aşmayı başaracaktır.

 Müşterekleri yazılarınızda hem tarihsel hem de çağdaş bir mücadele alanı olarak ele aldınız. Fakat sermaye ortaklaştırma girişimleri ile birlikte var olmaya devam edemez mi? Hatta bunlar üzerinden kendini geliştiremez mi? Bu mücadeleye özgün bir tehdit olma özelliğini veren ne?

 Açık ki müştereklerin inşası izole, sınırlı bir faaliyet olarak kaldığı sürece sistem içileştirilebilir ve bugün bu kesinlikle ciddi bir mesele. Ancak müşterekler kapitalist ilişkiler denizindeki adacıklar olarak değil, sömürüden kaçmak için bize güç veren direniş toplulukları olarak algılanırsa, bunları inşa etmek kapitalist sisteme karşı meydan okuyucu olabilir. Rekabetçi zihniyeti reddetmeye kararlı ve işbirliği prensibine göre yaşamak isteyen bir nüfus, kapitalist topluma ciddi bir tehdittir.

 İngiltere’de iş, zorunlu çalışma yardımı programları, kamusal verilerin tek elde tutulması ve yeni medya çağında ücretsiz sosyal sermaye oluşumu ile, giderek daha az şekilde ücret ilişkisi üzerinden sağlanıyor. Bu ücretli emek erozyonu, evişine ücret taleplerini güçlendiriyor mu yoksa zayıflatıyor mu?

 Güçlendirdiğini düşünüyorum. Çalışmanın güvencesizleştirilmesi ve sosyal yardımdan çalışma yardımına geçişin yıkıcı sonuçları, ücretli emeği kadınların özgürlüğüne giden yol ve cinsiyete dayalı işbölümünün sonu olarak tanımlayan feminist stratejinin başarısızlığını gösteriyor. Ayrıca, bizi yeni mücadele alanları bulmaya da zorluyor. Bu bağlamda, temel bir gelir talebinin evişi için ücrete olan ilgiyi canlandırmış olması önemli. İnsanlar bana bu talep hakkında ne düşündüğümü ve örgütlenme potansiyelinin gidebileceği yer açısından evişi için ücretle nasıl karşılaştırılabileceğini soruyorlar. Bir zamanlar ücrete eklenmiş olan birçok yardımın ortadan kaldırılması ve ücretlerin kalıcı şekilde düşürülmesi, yaşamlarımızdaki kapitalist devalüasyona karşı mücadeleyi radikal politikanın merkezi meselesi haline getiriyor. Karşılıksız eviçi emek bunun yalnızca bir parçası değil, kritik bir parçasıdır.

 İklim değişiminin sonuçları insanlığı, Soğuk Savaş’ın zirvesinde nükleer silahların yayılmasından bu yana görmediği şekillerde, kendi yıkımını izlemek zorunda bırakıyor. Soğuk Savaş’ın kültürel belleğinden çekip çıkarılan, tarihin sonunda yaşıyor olabileceğimiz ihtimalini göz önünde bulundurduğumuzda, bu ölümcül görünen bağlam dâhilinde adalet için mücadele vermeye nasıl devam edebiliriz?

 Yok oluş göreceli bir şey. ABD’de birçok topluluk için – çocukları sokak ortasında polis tarafından öldürülen siyah topluluklar, uranyum madenleri ile bir arada yaşamak zorunda olan Najavo gibi yerli toplulukları, işsizliğin zirve yaptığı topluluklar… – kıyamet şu an yaşanıyor. Bu bağlamda, doğanın yıkımına karşı mücadeleyi hapishanelere, savaşa, sömürüye karşı mücadeleden ayrı tutmayı reddederek adalet mücadelesi veriyoruz.
Hayatınız her gün tehdit altındayken iklim değişimi konusunda endişe edemezsiniz. Bugün bu ülkede birçok insan için durum bu.
http://theoccupiedtimes.org/?p=13482

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder