Recommended Post Slide Out For Blogger

10 Aralık 2014 Çarşamba

ABD hegemonyasının çöküşü ve Ortadoğu politikaları




Tarihçi, yazar Immanuel Wallerstein'a göre; 'ABD hegemonyası son elli yıldır erozyona uğruyor' ve Ortadoğu'daki konumu da bu uzun süren çöküşün işaretlerini taşıyor. ABD'nin Ortadoğu'da müttefiklerine dahi güven vermeyen politikalarının kökenlerini değerlendiren Wallerstein'ın makalesini aktarıyorum.

27 Kasım 2014'te New York Times'ta yayınlanan bir haberde,  'Suriye politikasına ve IŞİD'a bakarak ABD'nin Ortadoğu'daki pozisyonunun erozyona uğrayışı' başlık kullanıldı. Fakat bu yeni bir durum içermiyor. ABD'nin Ortadoğu'daki pozisyonu neredeyse 50 yıldır (Herhangi bir bölgede de) erozyona uğruyordu zaten. Gerçekte ise bir yandan Suriye'deki Esad karşıtı güçlerle onlara sempati duyanlar başka yandaydı, diğer tarafta ise Obama ve ABD vardı ve bu günlerde denebilir ki kontrol edilemez, tehlikeli bir hale dönüşen ABD rüyası (kanonu) çökmüş durumda. Sonuçta kimseye güven vermez bir hale düşmelerine rağmen hala bazı ülkeler ve politik gruplar orta vadede ABD'ye destek olmaya devam ediyor.

 Dünya sistemi içerisinde kimi kez ABD hegemonyasının  sorgulanamaz olarak kabul edildiği ve bugün daha güçlü gözüken askeri kuvveti nasıl bu hale geldi? En azından onur kırıcı durumun ortaya çıkmasında yalnızca dünya solunun değil, daha merkezi güçlerin ağırlıklarını koymuş olmasından ve kutuplaşmanın artmasından bahsedebiliriz, dolayısıyla ABD'nin çöküşü yalnızca kendi politkalarına değil, yapısal gerçekle bağdaşmayan durumlarla da ilgili.


Kimi zaman birbirini takip eden olaylara baıkıldığında gücün doğasını anlamak mümkün olabilir. ABD, 1945- 70 yılları arasında dünya sahnesinde bahsi geçen konuların yüzde 95'inde kendinden bahsettirerek gerçekçi bir güç haline gelmişti ve hegemonik gücü, SSCB'nin etki alanı dışındaki bölgelerde ona karşı taktik geliştirip, her iki ülke arasındaki rekabete, tehlikenin bertaraf edilmesine  dair bir taktiğin parçası olarak belirdi.  'Soğuk savaş' olarak tanımlanan bu sürece dair temel kavram 'soğuk'tu ve iki ülkede pozisyonunu nükleer yıkıma uğrmamanın garantilerini oluşturmak şeklinde kurgulamıştı, öte yandan soğuk savaş, düşmanı ideolojik olarak yalıtmanın yanısıra kendi uydularını yaratmanın da aracı haline geldi.
Bu tarz tehditkar tutum o dönemlerde 'üçüncü dünya' adı verilen ve esasında statükonun dışında kalanlar için de tehlike arz ediyordu. Çin Komünist Partisi, Stalin'in direktifleriyle Kuomintag'ı oluştururken, Viet Minh,  Cenevre anlaşmalarını esas alarak ülkeyi birleştirmek adına Saygon'a doğru yürüyüşe geçti, Cezayir'de Uusal Cephe, Fransız Komünist Parti'sinin ve de işçi sınıfının desteğiyle ulusal mücadeleye girişti. Küba'da ise diktatör Batista'yla dolaplar çeviren Komünist Parti'ye rağmen gerillalar diktatörlüğü yıktı ve bu durum olası ABD işgaline karşı Sovyetler Birliği için bir güç alanı oluşmasına vesile oldu. ABD'nin Vietnam'daki yenilgisi de sonuçta, ABDli gençlerin savaş karşıtlığını, orta sınıfa mensup ailelerin sonradan ABD'nin her askeri operasyonuna karşı tutum almasına, operasyonların 'Vietnam Sendromu' olarak değerlendirilmesine neden oldu.


1968 devrimi ise yalnızca ABD hegemonyasına karşı değil onunla koalisyon halindeki Sovyetler Birliği'ne karşı da bir hareketlenmeydi. Vaat edilen dünyanın değişmediğine, sorunların çözülmediğine inananlar yeni bir güç oluşturma çabası içine girerken, eski tarz sol partiler (Komünist, sosyal demokrat, ulusal özgürlükçü hareketler) güç kaybetmeye başladı.

Richard Nixon'dan Bill Clinton'a (özellikle Ronald Reagan) kadar ABD, yitirdiği politik üstünlüğe ve çöküşe çareler üretmeye çalıştı ve dünya ekonomisinin değişim gösterdiği bu süre zarfında ittifak içinde olduğu bölgelerde Washington çıkışlı neo-liberal politikalarla yeni bir statünün inşaası için uğraştı, öte yandan BM Güvenlik Örgütü kararlarını hiçe sayıp, İsrail, Hindistan, Pakistan ve Güney Afrika'nın çalışmalarını inkar ederek nükleer silahlanmaya karşı çareler aramayı da ihmal etmedi.

 ABD'nin güç oluşturduğu ve çöküş ritminin eskiye nazaran yavaşlamasına rağmen temel değişiklik olmadı, 1980'lerin sonunda Sovyetler Birliği'nin çöküşü ABD'yi harekete geçirdi, bu durumu soğuk savaşın galibi olduğu şeklinde yorumlanamasa da, bir fırsat olarak görülebilirdi ve Sovyetler'in çöküşünden sonra Irak'ın Kuveyt'i işgali akabinde ABD'nin ilk körfez savaşı galibiyeti geldi. Şüphesiz George Bush'un amacı Bağdat'ı ele geçirmek değildi ama 11 eylül saldırılarından sonra çevresindeki neo-conların da desteğiyle 2003'te Irak'ın işgaledilip Saddam Hüseyin'in devrilmesi gündeme geldi. Bu işgal ABD'nin dünya sistemi içerisinde hegemonyasının işareti olarak okunabilir ama aynı süreçte ABD, tarihinde ilk defa BM Güvenlik Konseyi'ndeki oylamada desteği yitirdi. Özetle yavaşlayan çöküş süreci, yıkım öncesi koşulların habercisiydi ve Obama rejimi de çöküş öncesi yılların habercisi oldu.


 Ne Obama hükümeti ne de gelecektek başkanlar artık durumu değiştiremez, zira ABD, keskinleşen yeni gerçekliklere adapte olmayı reddediyor. ABD bir yandan hegemonyasını sürdürmek için mücadele ederken Ortadoğu'daki politik çelişkileri yönlendiremez duruma geldi. Dünya jeopolitiğinde lider olma sıfatını yitirmişken, politik çelişkileri de bu sıfattan iyice uzaklaşmasına neden oldu, bu durumu başka ülkelerin ABD politikalarına güven duymamasıyla da teyit edebilirsiniz. Dünya için problem şu; ABD rüyası (kanon) dünyanın geri kalanı için şüpheli bir kavram haline geldi , bu yüzden korkuyla sürdürülen oyun ABD'nin dışında kalan ülkeler için hayatta kalamama tehlikesinin büyümesine de neden oluyor. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder