Recommended Post Slide Out For Blogger

17 Şubat 2015 Salı

'Kolombiya hükümetinin barış için acelesi yok'

Kolombiya'da 30 yıldır politik mücadelenin içerisinde aktif rol alan Atonio Garcia, 1980'den sonra yeniden yapılanan ELN'nin yönetim kadrosunda yer aldı. 1991'de Venezuela'nın başkenti Caracas'da hükümetle ilk barış görüşmelerini yürüten  grubun içinde de yer alan Garcia, yeni diyalog süreci hakkında Gerardo Szalkowicz bir röportaj gerçekleştirmiş, özetleyerek aktarıyorum. 






Başkan Santos'la (Juan Manuel ) ilk karşılaşmanız nasıl gerçekleşti, ne oldu orada? 

İki yıl önce tam olarak FARC'la (Kolombiya Silahlı Devrim Güçleri) Havana'da resmi görüşmelerin başladığı ağustos ayının sonlarında Venezuela hükümetinin yarattığı imkanla Santos'la temas kurduk. Amacımız Kolombiya gerçeklerini duyan birisini görmekten dolayı memnuniyetimizi ve de barış konusundaki görüşümüzü iletmekti. Hükümet barış konusunda iyi niyetli bir hava yansıtıyordu ama Santos'un savaş sürecinde barış konusunda ısrarı şüpheliydi, öte yandan dönemin Venezuela Başkanı Chavez, (Hugo) radyodan hükümetle görüştüğümüzü duyurmuştu bile. Sonuçta Başkan Santos yeni bir şey söylememiş olsa da onun isyancılarla görüşmek için öne sürdüğü şartları duymuş  olduk; Güven, doğrudan ve içeriden diyalog. Eleştirilerimizi paylaşmadık ama aradan bir ay geçtikten sonra yeni bir şey de görememiştik. 

Hükümetle diyalog nasıl başladı, öncelikle hangi konuları konuştunuz, düzenlemeyi nasıl yaptınız ? 

Diyalogun nasıl başladığı başka bir mesele, ilk temastan aylar sonra açıklamaların gündelik hayata nasıl yansıdığını izledik ve bunun üzerinden geçen dört hafta içerisinde de geri çekilme sürecini başlattık, toplamda 32 haftalık bir süreç bu. Başka bir noktadan bakarsak, bizim kusurumuz olmadığı halde kaybedilen bir 15 ay var ortada.  Hükümet, 'yavaş geçiş'ten bahsediyor ama deneyimlerimiz gösterdi ki, söylediklerinin aksine hükümetin barış konusunda acelesi yok.


Şimdiye karar kaç doğrudan görüşme gerçekleştirdiniz ve ELN'yle hükümet arasındaki bu görüşmelerin ajandasında neler vardı? 

Bir yıl içerisinde 15 toplantı ve üç tane de uzun oturumlu görüşme gerçekleşti. Her görüşme iki üç haftaya yayılmış toplantıları içeriyordu, önceliğimiz ise ajandayı oluşturan konulara dair yeni pencereler açmaktı. Şimdiye kadar sonuca ulaşılamamış olsa da, toplumsal katılım, barış için demokrasi, barış için değişim, (henüz ele alınamadı) kurbanlar, silahlı çatışmayı sona erdirmek (henüz konuşulmadı) ve anlaşmanın uygulanabilirliğini denetlemek gibi başlıklar altında ajandada altı başlık yer aldı. 

Hala konuşulmayı bekleyen iki konu var, öte yandan sizce hangi konu  daha samimi olarak ele alındı? 

Öncelikle toplumsal katılımı ele almak önemliydi, zira barış sürecine girişte toplumu politikanın içine sokmak gerekiyordu ve nasıl uygulanacağını da birlikte göreceğiz. Barış için demokrasi başlığı, gerçek bir demokrasiye nasıl bakıldığını görmek açısından önemliydi. Bütün konular aynı duyguyla ele alındı. Herşeye rağmen tuhaf bir rüya gibi ama hükümet belirli bir noktaya gelmiş oldu. Hükümet çatışmaların kaynağını teşkil eden, ulusal bağımsızlık, devletin yapısına dair temel meseleleri konuşmaya hala kapalı ve kapalı olma hali devam ettikçe biz de devamlı sorduğumuz şeyi tekrarlayacağız; anlaşmaya nasıl varacağız? Santos hükümeti acil olarak kaygılarını bir kenara bırakıp ülkenin problemlerinin çözümü konusunda çalışmalı, Nelson Mandela'nın dediği gibi, 'silah kullanmak etik değil stratejik bir konudur', Güney Afrikalı bu mücadele insanını örnek alarak çözüm yolundaki farklılıkları da hesaba katıp ilerlememiz gerekir. 


Latin Amerika'daki mücadeleleri göz önüne aldığınızda ABD'nin adaletsiz bir yaklaşım içinde olacağından çekindiniz mi?

Bu rededilemez bir mesele ve bizim tarihimizin bir parçası da bu tehlikeye karşı uyanık kalmakla ilgilidir. ABD'nin Kolombiya'daki barış sürecine temel bakışı, sürecin akim kalması ve güvenliğin tamamen uyuşturucu trafiğiyle mücadeleye yönelmesidir. Diğer yandan Kolombiya'da askeri gücün etkinliğini bütün bir bölgeye yayılmasını da arzu ediyorlar. ELN uyuşturucu trafiği konusunun ele alınması gerektiğini öne sürdüğünde konu ilgi görmemişti. Bize göre üretilmesi, laboratuvarlarda işlenmemesi gerekir. Öyle görünüyor ki devlet ve para militerler için bu bir iş alanı. ELN olarak bu meselenin görüşme ajandasına alınması ve ülke gerçeklerine uygun bir çözüm yolu bulunması gerektiğini düşünüyoruz. 


Sonuçta olumsuz gelişmelere rağmen diyalog öncesine göre bir geçiş sürecini de öngörüyor. Size göre önümüzdeki dönemde öne çıkartılması gereken konular nelerdir? 


Meseleleri yalnızca zamana bırakamayız, değişim için gönüllü de olmak gerekir bu yüzde bizim için vazgeçilmez olan beş noktaya vurgu yapmaya devam edeceğiz. 

İsyancı mücadele ne toplumsal bir meşgale ne de barış anlaşmasıyla garanti altına alınabilecek bir durumdur, en azından çatışmaların yarattığı travmaları aşmak için kesilebilir. 

Politik çözüm için devlet orta vadede çatışmalardaki sorumluluklarını üstlenmeli.Bu durum çatışmanın nedenlerine dair sorunları tartışmayı ve reform yolunu alaçacaktır: Askeri doktrinler de bu süreçte değiştirilmesi gerekir. 

Görüşmeler, dinamik bir etkinliğe dönüştürülmesi ve devletin yenilmez olduğu mantığını bir yana bırakarak sorumluluklarını kabul etmesi gerekir. 


 Barış, siyasetçilerin aracı olamaz, devletin olduğu kadar toplumun da katılabileceği açıklıkla görüşmeler yürütülmeli. 

Kolombiya toplumunun demokratikleşmesi ve bu süreçte devlet, politika yapma mücadele yöntemlerini tanıması gerekir. 

 Gelinen süreci özetler misiniz, öte yandan 50 yıllık mücadelenin ardından ELN'nin kazancı ne oldu? 


Hiçbir şey istediğiniz gibi olamayabilir, umarım yarın sabah barış anlaşması imzalarız ama ajandamızda öne sürdüğümüz başlıkları tartışmayı sürdürmekten başka birşey yapamayız şimdilik. Diğer sorunuza gelirsek,  hiçbir devlet dahi 50 yıl süresince kendi organlarını oluşturup , bağımsız bir şekilde yaşayamamıştır, biz bunu başardık.  Ardımıza baktığımızda güncel ihtiyaçlarımızı gözeterek aynı şekilde mücadeleye devam ettiğimizi düşünüyoruz. Bugün birlikte yaşayabilme fikri değerli, halkımızla hatta bütün dünyada hayallerimizi yaşayarak yola devam ediyoruz ki en büyük kazanım da budur. 



13 Şubat 2015 Cuma

Zizek'in işaret ettiği gri alan; hepimiz Hrant'ız tamam da hepimiz Ermenistan'ız demek kolay mıdır?

'Hepimiz Hrant'ız' demekle Hepimiz Ermenistan'ız demek arasındaki fark nedir? Sloven felsefeci Slavoj Zizek başka, evrensel bir keskinlikten örnek veriyor: Hepimiz Baga'lıyız (Boko Haram'ın katliam yaptığı Nijerya köyü) denilmesinin zor olacaktır zira Batı şiddet yoluyla tahakküm kurduğu için değil, karşıt şekilde özgürlük ve eşitliği de kendi kılığına soktuğu için katlanılmaz. Charlie Hebdo saldırıları sonrası devlet erkanının oynadığı piyesten çok solun ikircikli tutumuna değinen Zizek gri bir alanı - Charlie Hebdo'nun hürmetsiz mizahı-nın da dikkate alınması gerektiğini işaret ediyor. Son derece kritik bir soruyla, uç noktalardaki deneyimlerin özgürleştirici olma ihtimalinden dem vuran Zizek'in yazısını Serap Güneş ve Erkal Ünal çevirmiş, paylaşıyorum. 

Ben şuyum” (veya “Hepimiz şuyuz”) şeklindeki acıklı özdeşleşme formülü ancak belirli sınırlar dâhilinde iş görüyor; bu sınırları aştığındaysa müstehcen bir hal alıyor. “Je suis Charlie” (Ben Charlie’yim) diyebiliriz fakat “Hepimiz Saraybosna’da yaşıyoruz!” ya da “Hepimiz Gazze’deyiz!” gibi örnekler verildiğinde iş karışmaya başlıyor. Hepimizin Saraybosna veya Gazze’de yaşamıyor olduğumuzu hatırlatan acımasız gerçek, acıklı bir özdeşleşme ile üstü örtülemeyecek kadar güçlü hale geliyor. Söz konusu olan Muselmänner, yani Auschwitz’deki yaşayan ölüler olduğunda böyle bir özdeşleşme müstehcenleşiyor. Şunu söylemenin mümkünatı yok: “Hepimiz yaşayan ölüleriz!” Auschwitz’de, kurbanların insanlıktan çıkarılması öyle bir raddeye varmıştı ki, onlarla herhangi bir anlamlı özdeşleşme kurmak olanaklı değildir. (Ve tam zıddı yönde, “Hepimiz New Yorkluyuz!” diyerek 11 Eylül kurbanları ile dayanışma beyan etmek de saçma olur. Milyonlarca insan şöyle der: “Evet, New Yorklu olmayı çok istiyoruz, bize vize verin!”

Aynısı geçtiğimiz ay yaşanan katliam için de geçerli: Charlie Hebdo’nun gazetecileri ile özdeşleşmek görece kolaydı, ancak şöyle bir açıklama yapmak çok daha zor olacaktı: “Hepimiz Baga’lıyız!” (Bilmeyenler için Baga, Boko Haram’ın iki bin kişiyi infaz ettiği, Nijerya’nın kuzeydoğusundaki küçük bir kasabadır.) “Boko Haram” adı, kabaca “Batı tarzı eğitim yasak” şeklinde tercüme edilebilir – özellikle de kadınların eğitimi. Ana hedefi cinsiyetler arasındaki ilişkilerin hiyerarşik olarak düzenlenmesi olan kitlesel bir sosyopolitik hareketin mevcut olması şeklindeki tuhaf olguyu nasıl değerlendirmek lazım? Sömürüye, tahakküme ve sömürgeciliğin diğer yıkıcı ve aşağılayıcı yanlarına maruz bırakılmış olan Müslümanlar, tepkilerinde neden Batı mirasının (en azından bizim için) en iyi kısmını, yani eşitlikçiliğimizi ve – tüm otoritelerle dalga geçme özgürlüğü de dâhil – kişisel özgürlüklerimizi hedef alıyorlar? Yanıtlardan biri hedeflerinin bilinçli seçilmiş olduğu: Liberal Batı, yalnızca sömürdüğü ve şiddet yoluyla tahakküm kurduğu için değil, aynı zamanda bu zalim gerçekliği tam zıddı bir kılıkta, yani özgürlük, eşitlik ve demokrasi olarak sunduğu için de bu kadar katlanılmaz.
Paris katliamının kurbanları ile dayanışma içinde el ele tutuşmuş olan, Cameron’dan Lavrov’a, Netanyahu’dan Abbas’a kadar dünyanın büyük politik isimlerinin sergilediği piyese geri dönersek: eğer ikiyüzlü sahtekârlığın bir resmi olsaydı, işte bu olurdu. Kimliği bilinmeyen bir vatandaş, tören alayı penceresinin altından geçerken, Avrupa Birliği’nin gayri resmî marşı olan Beethoven’ın “Mutluluğa Övgü”sünü çalarak, içinde bulunduğumuz karmaşadan en fazla sorumlu olan insanların sahnelediği bu mide bulandırıcı piyese politik bir zevksizlik de kattı. Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, onlarca gazetecinin öldürüldüğü Moskova’da böyle bir yürüyüşe katılsa hemen gözaltına alınırdı. Ve gerçekten de bir piyesti sergilenen: medyada gösterilen fotoğraflarda siyasi liderler sanki bir caddedeki büyük bir kalabalığın önündeymiş izlenimi veriliyordu. Fakat yukarıdan tüm sahneyi alan başka bir fotoğrafsa, politikacıların arkasında yalnızca yüz kadar insanın durduğunu, geri kalan alanın bomboş olduğunu ve gruba arkadan ve etraftan polisin eşlik ettiğini gösteriyordu. Esas Charlie Hebdo jesti, kapağında bu olayla acımasızca ve tatsız şekilde dalga geçen koca bir karikatür olurdu.

10 Şubat 2015 Salı

Galeano: Tüketim imparatorluğu tek bir yönü, çöpü gösterir


'Hali hazırda tüketim patlamasının çıkardığı karmaşa savaşlardan ve karnavallardan daha fazla gürültü çıkarıyor.' Uruguaylı yazar Eduardo Galeano, 'Tüketim İmparatorluğu' başlıklı yazısına bu tanımlamayla giriş yapıyor.Makale,  modern toplumun işleyen doğası karşısında büyülenmiş gibi yaşayanlara nasihat değil bir uyarı mesajı veriyor, bir anlamda sahte büyülenmeden kurtulma çağrısı yapıyor.  Her şeyi kredi karşılığında tüketebilme ihtimalinin yarattığı sahte demokrasi, hafta sonları alışveriş merkezlerine yapılan kutsal ziyaretler, tüketenle birlikte soluk alıp veren mallarla tüketim imparatorluğu gezegenin her yanını kontrol altına aldığı bir zamanda Galeano'nun uyarı mesajı niteliğindeki makalesini paylaşıyorum. 

 Eski bir Türk atasözünde söylendiği gibi, 'borca içen iki kez sarhoş olur'. İçki aleminin sersemliği bakışı etkiler; küresel sarhoşluğun ise ne özelliği ne de sınır varmış gibi görünüyor, tüketim kültürü davulun sesi gibi bir rüya vaat ediyor ama içi boş bir rüya.  Gerçekle karşılaşma saati gelip de kutlama bittiğinde, sarhoş yalnız uyanır kendisine yalnızca bedelini ödemek zorunda olduğu kırık tabaklar eşlik eder.

Sistem, genel olarak çatışmaları ardına alarak yayılır, daha fazla satışın, damarların ihtiyaç duyduğu hava gibi bir eğilimi vardır ve her seferinde insana hayallerine ulaşmak için çalışma gücü de verir. Sistem her şeyin adıyla konuşur, tüketime göre düzenler .Bütün başlayan ve biten macera yalnızca televizyonda da gerçekleşmez. Birçok insan, elde etmek istedikleri için borçlanır, borcu ödemek için yeniden borçlanır ve arzu edilen, ele geçirilmek istenen eşya suçlanarak süreç devam eder.

 Herşeyi yapmakta özgürsün diyenler yön gösteriyor; çöpe doğru ( Yön- derecho ile derroche, boş, çöp, israf kelimeleriyle bir oyun ) Söyle bana ne kadar harcayabilirsin ve bunun için ne kadar ödeyebilirsin? Bu modernlik ne çiçeklerde ne tavuklarda ne de insanlarda uyku bırakmaz. Kış bahçeleri çiçekler daha hızlı yetişsin diye ışığa boğulacak,  yumurta fabrikalarında daha fazla üretim için tavuklara uyku yasaklanır, insanlar ödemek zorunda kalacaklarını hatırladıkça insomnia yaşamaya başlarlar, bu insanlar için iyi değil ama ilaç endüstrisi için iyi bir şeydir.  

ABD, dünyada legal olarak üretilen sentetik, kimyasal  ilaçların yarısını tüketiyor, nüfusun yarıdan fazlası da  illegal olarak elde edilen kuru, sulu maddelerin müptelası, neredeyse dünya nüfusunun beşte biri bunları kullanıyor  yani. Montevideo'dan bir kadının da dediği gibi;  satın alan insanlar mutsuz.  ‘Utancı ardında bırakarak acıyla onsuz olacaksın’ der bir tango şarkısı da. Parasız bir adam zavallıdır, 'hiçbir şeye sahip olmadığında, düşünmeye değer şeyin de olmaz' der Buenos Aires'den birisi de. Dominikanların yaşadığı San Francisco'da ise şöyle dendiğini duyarsınız; ' Kardeşlerim markalar için çalışıyor, etiket satın alarak yaşıyorlar ve onları ödemek için de irice gözyaşı döküyor.”

Tüketimde şiddet gözden kaçar: Tek tip üretim, karın ve çeşitliliğin düşmanıdır. Seri üretim bandının içinde olan herkes tüketilecek şeye uygun hareket etmelidir. Zorunluluğun diktatörlüğü herhangi bir diktatörlükten daha tahrip edici bir sistem yaratır: Varolan dünya sonsuzluğa karışırken, fotokopi gibi tüketicilerin üretildiği yeni bir dünya üretilecek buradan. Bu toplumda nicelik, niteliğin önüne geçecek şişmanlık iyi beslenme alameti olarak gösterilecektir. Lancet adlı bilim dergisine göre; son zamanlarda 'obezlik tehlikesi' felaket noktada, gelişmiş ülkelerde yaşayan gençlerin yüzde 30'u bu 'tehlike' içerisinde büyüyormuş.

9 Şubat 2015 Pazartesi

Ursula K. Le Guin: Peki soldan geriye ne kaldı?



Ursula K. Le Guin’i basma şansı bulursanız, üstüne atlarsınız; bir kurgu dergisi olsanız ve masanızın üzerinde duran şey Guin’in politik makalelerinden biri olsa bile. Aslında arada bir bağlantı mevcut. Ulusal Kitap Ödülünün son sahibi olan bu bilim kurgu ikonu, politik fikirlere uzun ve tarihsel önemi olan bir ilgiye sahip; Mülksüzler ve Dünyaya Orman Denir gibi eski romanlarından birçoğu çevrecilik, anarşizm ve Taoculuk üzerine etkili alegoriler. 86 yaşında, halen radikal bir düşünür. Aşağıdaki makale, yazar ve politik teorisyen Murray Bookchin’in tutkulu bir övgüsü; makalelerinin yakın tarihli bir koleksiyonundan oluşan kitabın önsözünden bir alıntı – bir vasiyetname. Le Guin'in makalesini dünyadan çeviri kolektifi, Türkçe'ye çevirmiş, paylaşıyorum.  

“Sol”, Fransız Devrimi’nden bu yana anlamlı bir kavram; sosyalizm, anarşizm ve komünizm ile daha geniş bir anlam kazandı. Rus Devrimi ile tamamen sol görüşlü bir iktidar geldi; solcu ve sağcı hareketler İspanya’yı ikiye böldü; Avrupa ve Kuzey Amerika’daki demokratik partiler iki kutup arasında saflaştılar; ABD’deki gericiler “komünist solcuları” 1930’lardan Soğuk Savaş’a kadar şeytanlaştırırken, liberal karikatürcüler muhalefeti ağzında puro olan şişman bir plutokrat gibi resmettiler. Sol/sağ zıtlığı, sıklıkla bir aşırı basitleştirme olmasına rağmen, iki yüzyıl boyunca dinamik dengenin bir açıklaması ve anımsatıcısı olarak kullanışlıydı.

Yirmi birinci yüzyılda, bu kavramları kullanmaya devam ediyoruz, peki soldan geriye kalan ne? Devlet komünizminin başarısızlığı, sosyalizmin bir derecede demokratik hükümetlerdeki sessiz tahkimi ve politikanın kurumsal kapitalizmin yönlendirmesiyle sürekli olarak sağa kayması gibi gelişmeler, ilerici düşüncenin arkaik veya gereksiz ya da hayal ürünü olduğu algısını yarattı. Sol, düşüncesi açısından marjinalleşti, amaçları açısından bölündü, birleşme kabiliyeti açısından güven vermemeye başladı. Özellikle ABD’de sağa kayma o denli güçlü oldu ki eskiden anarşizmin veya sosyalizmin konduğu terör umacısı yerini şimdi liberalizm aldı ve artık gericilere “ılımlı” deniyor.

Peki, sol gözünü kapamış, yalnızca sağ elini kullanmaya çalışan bir ülkede, iki elini ve iki gözünü kullanabilen Murray Bookchin gibi bir eski tüfek ne yana düşüyor? Onun okurlarını bulacağını düşünüyorum. Pek çok insan, eylemlerine dayanak olacak tutarlı, yapıcı bir düşünce arayışında – sonuçsuz kalan bir arayış… Özgürlükçü Parti gibi ümit vaat edici görünen teorik yaklaşımlar, kuzu postuna bürünmüş kurt çıktı; İşgal Et hareketi gibi, bir soruna yönelik acil ve etkili çözümler, yapısal açıdan zayıf ve uzun vadede dayanıksız çıktı. Toplumun göstere göstere aldattığı ve ihanet ettiği genç insanlar, zeki, gerçekçi, uzun vadeli bir düşünce arayışındalar: atıp tutan bir başka ideoloji daha değil, pratik ve işe yarayan bir hipotez, nereye gittiğimizin kontrolünü nasıl yeniden ele alabileceğimize dair bir metodoloji. Bu kontrolü elde etmek, toplumu denetimi altına almak istediği güç kadar kuvvetli şekilde ve bir bütün olarak derinden etkileyen bir devrim gerektirecek.

Murray Bookchin, bir şiddetsiz devrim uzmanıydı. Tüm hayatı boyunca planlı ve plansız radikal toplumsal değişimler ve bunlara nasıl hazırlanılacağı üzerine düşündü. Makalelerinin geçtiğimiz ay Verso Books tarafından yayınlanan yeni bir koleksiyonu olan “The Next Revolution: Popular Assemblies and the Promise of Direct Democracy” (Sonraki Devrim: Halk Meclisleri ve Doğrudan Demokrasi Vaadi) yaşamından sonra onun düşüncelerini, yüz yüze olduğumuz tehditkar geleceğe taşıyor.

Sabırsız ve idealist okurlar, onu rahatsız edici derecede kalın kafalı bulabilirler. Gerçekliğin üzerinden atlayıp sonu mutlu biten hayallere dalmak istemez çünkü. Politik eylemmiş gibi görünen ama kurallara karşı gelmekten ibaret olan şeylere karşı isteksizdir: “Bir kargaşa veya ‘yaratıcı kaos politikası’ veya nahif bir ‘sokakları zapt etme’ pratiği (genellikle bir sokak festivalinden biraz fazlası), katılımcıları, ergen sürülerine dönüştürür.” Bu durum, Aşk Yazı açısından, kesinlikle İşgal Et hareketi için olduğundan daha geçerli. Yine de her zaman için haklı bir uyarı.


Sahip olduğumuz her şey, dünyadan aldıklarımız; ve giderek artan bir hız ve kibirle alırken, artık daha da azını kısır veya zehirli olarak iade ediyoruz. Fakat Bookchin, asık suratlı bir bağnaz değil. Onu ilk olarak bir anarşist olarak okudum. Muhtemelen kendi neslinin en belagatli ve düşünceli olanı. Ve anarşizmden uzaklaşarak, özgürlükten aldığı haz duygusunu yitirmedi. O hazzın ve özgürlüğün bir kez daha, kendi öforik sorumsuzluğunun enkazına gömülmesini istemiyordu.

5 Şubat 2015 Perşembe

Kobane kimin için önemli?

İspanyol gazeteci Karlos Zurutuza, Kobane başta olmak üzere bölgedeki deneyimlerini bir makaleyle aktarmış. Kobane'nin 'demokratik konfederalizm' için bir sembol haline geldiğini ileri süren Zurutuza'ya göre, yeni Ortadoğu'nun anahtarı Kürtlerin elinde. Türk hükümetinin 'matruşka bebekleri' gibi oyunlar oynayacağı öngörüsünde bulunan Zurutuza'nın makalesini paylaşıyorum. 

 Geçen 135 günde şüphesiz kahramanca bir direniş ve uluslararası koalisyonunun hava saldırıları unutulmayacak. Dört ayı aşkın bir süredir, dünyanın geri kalanının kaçışları seyrettiği, Türk hükümetinin herkesin gözü önünde cihatçıların sınırı geçmelerine göz yumduğu bir ortamda IŞİD'a karşı hendek kazarak mücadele veren kent resmi olarak özgürleşmiş durumda. Türk Cumhurbaşbakanı  Recep Tayyip Erdogan'ın gazetelere de yansıyan yorumuyla, 'Türkiye'nin, Suriye'de Kuzey Irak'takine benzer otonom yapı istemediği' Kobane'de de konuşuldu ama onlar için çok da anlam ifade etmedi. 
Erdoğan, Suriye'de 'Barzanistan' hayalinin boşuna olduğunu iddia edebilir, bu iddianın ardında ucuz petrol karşılığında Cezire kantonunun ihtiyaçlarını giderme isteği de olabilir. Ankara, bölgede Suriye'deki savaşa dair pozisyonunu belirlediği günlerdeki gibi şimdilerde İran'ın etkisinde şekillenen politik ortamda yeni ittifaklara girişebilir. Bu senaryo Erdoğan için iyi olmayabilir ama gelecekteki enerji ihtiyacının önemli bölümünü karşılayacağı Erbil'le imzaladığı anlaşmalar çerçevesinde bu iddia boşuna olmayacaktır. Yine de son günlerde Türk hükümetinin, Rojava'ya yönelik ambargolarının utancı Ankara ve Erbil arasında yeni ticari ilişkilerin kurulmasını da engellemeyecektir, diğer yandan Kobane'ye girerek 'Kürt kardeşlerine' yardım eden Peşmergelerin kendi sınırlarında hendekler kazarak Suriye'deki Kürtlerin hayati ihtiyaçlarını karşılamalarını engellediğini de gördük. 

Bütün niyetler bir yana sonuçta Suriye'de devam ettirilen modeli komşu Irak'ın görmezlikten gelmeyeceği de açık v e 2003'te illegal bir şekilde kurulup Kuzey Suriye'deki devrime öncülük eden PYD'nin PKK'yla ideolojik ortaklığı da görülmezden gelinmeyeceği gibi. 
Bahsi geçen model, Suriye'de Kürtlerin kontrolü altındaki üç bölgede, –Afrin, Kobane ve Cezire- de gerçekleştirildi, ve bu PKK lideri Abdullah Öcalan tarafından Ortadoğu'da iktidarın aygıtlarını oluşturma projesinin parçası olarak sunuldu. Projenin özü, bölgenin yapısına uymayan tekliğe, merkeziyetçi yönetime karşı çokluğu öne çıkarmak. Bir tür radikal demokrasi deneyimi olarak sunulan projede kararlar doğrudan alınırken, kollektif iktidara dair detayları Öcalan 1o yıl önce  Demokratik Konfederalizm konseptinde sunmuştu. 

4 Şubat 2015 Çarşamba

' Bugün demokrasi en iyi çokluklar arasında formüle ediliyor'

İtalya'da post-işçi geleneğinden ROAR, Marksist düşünürlerle- David Harvey, Serocko Horvat dahil- güncel meseleler üzerine görüşmeler gerçekleştirdi. İtalyan Marksist Antonio Negri'yle Lorenzo Cini ve Jerome Ross'un mülakatı da bu görüşmelerin parçası. Mülakatın 'başlama vuruşu' Negri'nin çalışmalarındaki artı değer üretiminin fabrikanın dışına, metropollere taşmasına dair teorik bir zeminde gerçekleşti. İkinci durak ise, -başlangıç noktasına bağlı kalarak-  Brezilya ve Türkiye örneğinde olduğu gibi kentlerdeki ayaklanmalar. Negri'ye göre her iki ülkedeki ayaklanmaların ortaklığı ikisinin de biyopolitik mücadele olması. Mülakat bu tanımlamayla birlikte İspanya, Yunanistan, Arap coğrafyasındaki mücadelelere kayıyor. Oldukça verimli geçen röportajın özü- bence- son cümlede: Demokrasi kavramını en iyi formüle eden çokluktur. Dünyadan çeviri kollektifinin paylaşımını aktarıyorum. 


Son yıllarda, sizin yaklaşımınızla Harvey’inki (David) arasında bir çakışma olmuş gibi görünüyor. Çalışmalarınızdaki en önemli üst üste düşmenin ne olduğunu düşünüyorsunuz ve ana fark veya gerilim olarak neyi görüyorsunuz?
Harvey’in aldığı pozisyonlar ile benim şu anki görüşleriminki arasında, en açık olarak da üretken emeğin, yaşayan emeğin – yani artı değer üretme kabiliyetine sahip olan emeğin – çağdaş dönüşümü konusunda çok net ve açık bir çakışma var gibi geliyor bana. Marx’ınThe Fragment on Machines’teki dilini kullanacak olursam, Harvey’in çalışmaları ile benimkiler arasında, değer formlarının dönüşümünün analizinde, yani büyük ölçekli sanayi yapılarına bağı ile değerden, toplumun yalnızca üretim alanında değil, aynı zamanda yeniden üretim ve dolaşımda da tamamen sermayenin mantığına tabi olduğu günümüzdeki duruma atılan adımda, kayda değer bir ortak zemin olduğunu söylerdim.
İtalyan işçiciliği [operaismo], 1970’ler sonunda hâlihazırda böyle bir analiz geliştirmiş ve o dönemde, kendisini daha geniş toplumsal alan içinde konuşlandıracak yeni mücadele formları önermişti, çünkü toplumsalın değer üretiminde bir mevki haline geldiğini anlamıştık. Artı değer üretiminin mevkisinde, fabrikadan daha geniş metropole doğru çok önemli bir kayma yaşandığını daha o yıllarda belirlemiştik. Ve bu aynı kayma, bence Harvey’in çalışmalarının da merkezi haline geldi. Bu temel bir nokta: buradan, hem artı değer elde etme meselesi hem de kârın ranta dönüşmesi meselesi çağdaş kapitalizmin Harvey’in ve benim geliştirdiğim eleştirel analizinin merkezi haline geldi.
Peki, o zaman farklar neler? Sanırım bu sadece bir şecere meselesi, bizi bu ortak analize getiren teorik güzergâh. Bu sonuçlara, aslında tüm bir işçici yaklaşımın dayandığı konsept olan emeğin niteliğindeki dönüşümünün analizinden başlayarak ulaştım. Yani, işçici “emeğin reddi” konseptinden başladım. Bu fikir ile, iki şeyi kastediyorduk. Bir yanda, bunu, kapitalist düzendeki temel norm olarak değer yasasının reddi olarak ele alıyorduk. Öte yanda bunu daha yapıcı bir şekilde, fabrikanın ötesinde, daha geniş bir toplumsal düzeydeki yeni iş üretkenliği formlarının tanınması çağrısı olarak yorumladık. Emeğin iç dönüşümünün bu Marxçı analizinden, Harvey’in ulaştığı – ve üzerine daha kapsamlı bir ampirik analiz geliştirdiği – aynı sonuçlara ulaştık.
Üretken emek konsepti ile ilgili söylemiş olduklarınızdan başlayarak, sizinle çağdaş mücadele formları ve bunların içeriği konusuna eğilmek istiyoruz. Michael Hardt ile birlikte kaleme aldığınız Commonwealth kitabınızda, bir zamanlar fabrikanın işçi sınıfı için ifade ettiği çokluğun bugün metropol olduğunu yazdınız. Bu paradigma değişiminin ışığında, Brezilya ve Türkiye gibi ülkelerde patlak veren son ayaklanmalarda, metropol yaşamının üretimi ve yeniden üretimi ile ilgili meselelerle bağlantılı bir dizi mücadeleyi, metropol düzeyinde verilen yeni bir sınıf mücadelesinin örnekleri olarak tanımlamak size isabetli geliyor mu?
Evet, hem de çok. Hem Türkiye’de hem de Brezilya’daki mücadeleler net şekilde biyo-politik mücadeleler. O zaman bu biyo-politik boyutu daha önce tartıştığımız yeni emek formları ile nasıl bağlantılandırabiliriz? Bu, Empire [İmparatorluk] üzerinde çalışmaya başladığımız 1995’ten beri Michael Hardt ile birlikte uğraştığımız bir mesele. Emek toplumsal emek haline geliyorsa, üretim ve kapitalist baskı toplumsal alanı yutuyorsa, bios meselesinin temel bir mesele halinde geldiğini düşündük. Refah devleti etrafında gelişen mücadeleler dizisi, sınıf mücadelesinin merkezi yönlerinden biri haline geliyordu. Bu keşif, üretken emeğin sadece (hatta esas olarak) maddi bir etkinlik olmadığını, aynı zamanda (ve çoğunlukla) maddi olmayan da bir etkinlik olduğunu anladığımızda, daha da önemli hale geldi. Yani bakımla, şefkatle, iletişimle bağlantılı ve genel hatlarıyla ‘jenerik olarak insan’ süreçleri ve etkinlikleri olarak adlandırabileceğimiz bir etkinlik.
Üretken sürecin temel olarak biyopolitik bir süreç haline nasıl geldiğini anlamamıza yardımcı olan şey, ‘jenerik olarak insan’a olan bu dikkatti. Sonuç olarak, politik olarak daha önemli mücadeleler, kendilerini biyopolitik alanda konuşlandıranlar haline geldi. Bu, daha somut kavramlarla ne anlama geliyordu? Kapsamlı ve nihai bir cevabımız yoktu. Evet, örneğin sağlığın ve eğitimin özelleştirilmesine karşı mücadele edilmesi gerektiğini sezebiliyorduk fakat daha sonra 2011’in müthiş mücadelelerinin bize gösterdiği şeyi tam olarak kavrayamıyorduk da. Biyopolitik diskurun tam olarak kendini ifade etmesi, yani çağdaş mücadelelerin yeni karakteri, bu mücadelelerle oldu. Ve metropolün bunun temel ortamı olduğu çok net hale geliyor. Bu demek değil ki her zaman öyle olacak, ancak bugün metropolün bu mücadelenin kritik mevkisi olduğu kesin.
Paris’te 1995’teki metropol grevi, bunu anlamamı sağlayan önemli bir olaydı. Paris gibi karmaşık ve boğumlu bir şehir, ulaşımdan başlayarak kenti bütün olarak bloke eden mücadeleyi tamamen destekledi. Bu mücadele, o yıllarda metropol sahnesinde ortaya çıkmakta olan çatışma ve bilgi formlarının işbirliğine dönük ve duygusal öğelerini paradigmasal anlamda ifade ediyordu. Bu yönlerin, işbirliği ve duygusal üretimle bağlantılı olarak, tamamen biyopolitik olan çağdaş metropol mücadelelerinin halen merkezinde olmaları tesadüf değil.
2011’de başlayan mücadele döngüsü, yeni bir kuruluş sürecinin olası doğumuna dair ipuçları verdi. Bugün bu hareketlerin birçoğu Michael Hardt ile birlikte, eski rejimin yeniden tesisine yol açan ‘termidoryen[1] kapanış’ olarak adlandırdığınız bir süreçle yüz yüze gibi görünüyor. Bu mücadelelerin şu anki durumunu nasıl analiz ediyorsunuz? Mevcut sonucu önlemek için neyi farklı yapmak gerekirdi?
Başlangıç olarak, bazı ayrımlar koymamız gerekiyor. Örneğin İspanya’daki seferberlik, bugün halen belirgin bir güce ve bir derece siyasal özgünlüğe sahip ve kısmen İspanya’nın, iç savaştan, tamamlanmamış demokratik geçişle Sosyalist Parti’nin başarısızlığına kadar, yirminci yüzyıldaki acılı tarihinden kaynak aldığı da görülmesi gereken, önemli bir fenomen teşkil ediyor.
Öte yandan, Occupy gibi, bilişim işçi sınıfının bir ifadesinden çok orta sınıfların seferberliği gibi görünen, çok daha muğlak bir fenomen söz konusu. Yine de, bu çok açık zayıflıkların ötesinde, Occupy bile önemli derecede bir özgünlük sergiledi, özellikle de borç ve finans kapital meselesi konusunda gelişen mücadele açısından.
Son olarak, bir süre dikkat verdiğimiz tek mesele olan ve ne yazık ki nihayetinde trajik şekilde sona eren Arap süreci var. Açık konuşursak, tek ‘termidoryen’ sonuç, görünürde demokratik ama özünde sahte bir düzenin tesis edildiği Tunus örneği oldu. Geri kalanı için, sadece devrimlerin başlangıcına şahitlik ettik, yani, başka her şeyden çok Bastille’in alınması. Her halükarda, son derece açık ifade edilmiş bu devrimci sürecin önünde daha çok zaman olduğuna ve şu anda halen olasılıklara açık olduğuna inanıyorum.

3 Şubat 2015 Salı

Syriza, Yunan solu ve sol dalgayı anlama kılavuzu


Syriza merkez komite üyesi Stathis Kouvelakis'le Sebastien Budgen Jacobin, için geçen ayın sonlarında uzun bir röportaj gerçekleştirmiş King’s College’da siyaset teorisi dersleri de veren Kouvelakis,  Philosophy and Revolution from Kant to Marx’ın yazarı, aynı zamanda da Lenin Reloaded [Yeniden Lenin, çev. Cumhur Atay, Otonom, 2011] ve Critical Companion Contemporary Marxism’in [Çağdaş Marksizm İçin Eleştirel Kılavuz, çev. Şükrü Alpagut, Yordam, 2014] editörlerinden. Syriza'nın seçim başarısı ve Yunanistan radikal solunu anlamak için oldukça verimli geçen röportajı dünyadan çeviri kollektifi, Türkçe'ye kazandırmış, paylaşıyorum. 


Biraz Syriza’dan bahseder misin; radikal sol partilerin bu koalisyonu ne zaman ve nasıl ortaya çıktı?

Syriza, birçok farklı örgüt tarafından 2004’te bir seçim ittifakı olarak kuruldu. En büyük bileşeni Alexis Tsipras’ın partisi Synaspismos’du (ismi başlangıçta Sol ve İlerleme Koalisyonu’ydu, sonradan Sol ve Hareketler Koalisyonu oldu). Synaspismos, komünist hareket içerisindeki bir dizi ayrışmadan sonra kurulmuştu ve 1991’den beridir varlığını ayrı bir parti olarak sürdürüyordu. Diğer yandan Syriza çok daha küçük oluşumlar da içeriyor. Bunların bazıları eski Yunan aşırı solundan, özellikle ülkenin ana Maoist gruplarından olan Yunanistan Komünist Örgütü’nden (KOE) gelenler. Bu örgütün Mayıs 2012 seçimlerinde meclise giren üç milletvekili vardı. Aynı şey Troçkist bir gelenekten gelen İşçilerin Enternasyonalist Solu(DEA) ve çoğunlukla komünist geçmişi olan diğer birçok grup için de geçerli. Örneğin, eskiKomünist Parti (İç) çıkışlı Komünist Ekolojik Sol Yenilenme (AKOA).

Syriza koalisyonu 2004’te kuruldu ve başlarda mütevazi diyebileceğimiz bir başarısı vardı. Buna karşın yüzde 3’lük barajı aşıp meclise girmeyi de başardı. Uzun lafın kısası, Syriza Yunan radikal solunun görece karmaşık bir şekilde yeniden harmanlanmasından meydana geldi. 1968’den itibaren radikal sol iki kutba ayrılıyor. İlk kutup, Yunan Komünist Partisi (KKE), ki kendisi de kendi içinde iki bölünme yaşamıştı: İlki 1968’de Albaylar cuntası zamanındaAvrokomünizm eğilimli KKE’nin (İç) ortaya çıkmasına yol açan bölünme, ikincisi de 1991’de Sovyetler’in dağılmasından sonraki.
Avrokomünist parti 1987’de bir bölünme yaşadı. Bu bölünmede, başından itibaren Synaspismos’a katılan Yunan Solu (EAR) sağcı, AKOA olarak yenilenen kesim ise solcu kanadı oluşturuyordu. Bu bölünmelerden sonra geriye kalan KKE oldukça gelenekçi, 1991’deki bölünmelerden sonra daha da bir katılaşan Stalinist bir çerçeveye yapışıp kalmış bir parti haline geldi. Partinin yeniden kuruluşu sekter ve kavgacı bir zemin üzerine oldu. Yine de işçi sınıfı, halk katmanları ve bunun yanı sıra, özellikle öğrenciler olmak üzere gençlik arasında hatırı sayılır bir destekçi tabanına ulaşmayı başardı.
Diğer kutup, Synaspismos, 2004’te Syriza’nın kuruluşuyla genişlemeye başladı; ki zaten kendisi de zamanında KKE’den ayrılan iki farklı grubun birleşmesiyle ortaya çıkmıştı. Synaspismos zaman içerisinde belirgin şekilde değişti. 90’ların başında Maastricht Anlaşması’nı imzalayabilecek bir partiydi ve temel olarak sol yelpazenin ortasındaydı.
Ama işte heterojen bir partiydi ve içinde bir sürü değişik akımı barındırıyordu. Çok çetin geçen iç mücadeleler, partinin sağ ve sol kanatlarını karşı karşıya getirdi ve sağ kanat yavaş yavaş kontrolü kaybetti. Syriza’nın kuruluşu da Synaspismos’un sola dönüşünü bir anlamda resmileştirdi.
Komünist geleneğin Synaspismos’a ne gibi bir etkisi oldu?
Parti kültürünün genelinde, komünist matris açık bir şekilde hissediliyor. Partiyi oluşturan iki parçadan biri, 70’lerden itibaren beliren Yeni Toplumsal Hareketlere açılım yapan Avrokomünist-etkisinde bir eğilimden geliyor. Bu açılım sayesinde parti örgütsel ve teorik referans noktalarını yenilemede, radikalizmin yeni biçimlerini kendi mevcut Komünist yapısına aşılayabilmede yetkin olduğunu kanıtladı.
Syriza, bir yandan sendikal harekete kayda değer müdahaleler yapmaya devam ederken, diğer yandan feminist hareketler, gençlik hareketleri, alternatif küreselleşme ve ırkçılık karşıtı hareketler ile LGBT akımları ile ilişkiye geçme konusunda da rahat bir parti. Diğer parça, 1991’de KKE’den ayrılan kadro ve üyeler katmanından geliyor. Bunların büyük kısmı şimdi Sol Akım içerisinde yer alıyor. Aynı zamanda önderlikteki çoğunluk grubunun üyelerinin ve kadroların da birçoğu bu çizgiden geliyor.
Parti kadrolarının ve aktivist tabanının ana olarak eğitimli ücretliler, diplomalılar olduğunu da belirtmemiz gerekiyor. Çok kentli bir seçmen, aydınlar arasında çok güçlü bağları olan bir parti. 1989-1991 ayrışmalarından bu yana aydın çevrelerle bu türden ayrıcalıklı bir ilişkiyi kaybetmiş olan KKE’nin aksine Synaspismos, çok yakın bir zamana kadar yükseköğretim sendikasında mutlak çoğunluğa sahipti.

Parti önderliği ayrıca komünist damgası taşıyor. Tsipras’ın yaşı seni şaşırtmasın: kendisi 1990’ların başında KKE gençlik örgütünde bir aktivist olarak başladı. Eski kadroların ve önderlerin birçoğu yeraltı döneminde yan yana mücadele verdiler ve hapishaneden ve sınır dışı kamplarından geçmiş insanlar. Tam da bu nedenden dolayı Yunan radikal solunda bir kardeş kavgası atmosferi var, gerçi şu an sadece KKE bunu sürdürüyor (Synaspismos ve sonra da Syriza’yı “hain” diye yaftalıyor ve bu nedenle Syriza onlar için “baş düşmanı” temsil ediyor). Bundandır ki, Syriza Mayıs 2012 seçimlerinden sonra neredeyse tüm partilerle iki ilişkiler kurduğunda — hükümet kurmayı denemeye hakkı olduğu zaman yani — KKE görüşmeyi dahi reddetti.

Peki, Syriza’nın çizgisini nasıl tanımlarsın? Bu koalisyonun da anti-kapitalist bir hat izlediğini mi söylersin yoksa faaliyeti daha aşamalı, reformist bir yaklaşımın mı parçası?
Programatik ve ideolojik kimliğine bakılırsa, Syriza’nın oldukça antikapitalist bir çizgisi var; ve kendisini sosyal demokrasiden çok keskin bir şekilde ayrıştırdı. Bu nokta, Synaspismos’taki sosyal demokratlarla ittifak eğilimlerinin, gerek yerel düzeyde gerekse sendikal harekette, sosyal demokratlarla hiçbir anlaşmaya ya da koalisyona yanaşmayan eğilimlerce alaşağı edildiği Synaspismos’un kendi içindeki mücadele tarihini düşündüğümüzde daha önemli bir hal alıyor.

2006’da Alekos Alavanos’un başkan seçilmesiyle, Synaspismos’un Sosyal Demokrat kanadı, kontrolü tamamen yitirdi. Neredeyse tamamını Avrokomünist sağ grup çıkışlı EAR’lilerin oluşturduğu ve Fotis Kouvelis önderliğindeki bu sağ grup da nihai olarak Synaspismos’tan ayrılıp Demokratik Sol (Dimar) adında, Pasok ve radikal sol arasında orta yol olduğunu iddia eden bir parti kurdu. Dolayısıyla Syriza, iktidar meselesini, seçim ittifakları ve sandıktaki başarıyla tabandan gelen mücadele ve seferberliğin diyalektiğine vurgu yaparak ele alan antikapitalist bir oluşum. Bu da şu anlama geliyor: Syriza ve Synaspismos kendilerini sınıf mücadelesi partileri olarak görüyor; yani belirli sınıf çıkarlarının temsilcisi olan bir oluşum olarak. Yapmak istedikleri şey mevcut sisteme karşı kökten bir karşıtlığı (antagonizmayı) geliştirmek. Adlarının “Syriza” yani “radikal solun koalisyonu” olması da işte bu yüzden. Radikalizm ısrarı da, partinin kimliğinin çok hayati bir parçasını oluşturuyor.

Syriza aktivistleri arasındaki güç ilişkileri ne durumda? Bir de, bu koalisyonu meydana getiren oluşumların her birinde ne kadar insan var?

2012’de, Synaspismos’un yaklaşık 16.000 üyesi vardı. Maoist KOE ise 1000-1500 civarında aktiviste sahipti. Aynı şeyi üç aşağı beş yukarı AKOA için de söyleyebiliriz.
Synaspismos’un pratiği ve örgütsel formu, ideolojik pozisyon alışıyla bağlantılı olarak gelişti. Geleneğine baktığımızda, bir “aktivistler partisi” olmakla pek alakası yoktu, daha ziyade içinde büyük isimler barındıran ve esas itibarıyla seçim odaklı bir partiydi. Fakat partinin örgütsel varlığı ve eylemliliği, iki farklı düzeyde ciddi bir değişim geçirdi.
İlk olarak, Alternatif Küreselleşme ve Irkçılık Karşıtı Hareketlerde gelişen oldukça dinamik bir gençlik. Bu dinamik, partinin gençlik içindeki varlığını güçlendirdi, özellikle de geleneksel olarak pek varlık gösteremediği bir alan olan öğrenciler arasında. Partinin gençlik örgütünün şu anda binlerce üyesi var. Üstelik Tsipras’ın en yakın çevresinin hatırı sayılır bir kısmını bu genç kanattan gelen kadrolar oluşturuyor. Gerçek ideolojik radikalizmle karakterize oluyorlar ve de kendilerini Marksizm ile özdeşleştiriyorlar; çoğunlukla da Althusserci bir tonda.

İkincisi, sendikacılar 2000’lerde Synaspismos’ta daha fazla rol üstlenmeye ve partinin sol kanadının sözcülüğünü yapmaya başladılar. Büyük oranda KKE’den gelen bu sol kanat, ağırlıklı olarak, görece geleneksel sınıf mücadelesi pozisyonlarını savunan ve Avrupa Birliği’ne eleştirel yaklaşan işçi sınıfı unsurlarından oluşuyor.
Bu, partide bugün hiç ılımlı kalmadığı anlamına gelmiyor. Özellikle önde gelen ekonomi sözcüsü Yannis Dragasakis’i ve Fotis Kouvelis’e yakın olan ama onu Dimar yolunda takip etmeyi reddeden bazı kadroları düşünebiliriz.

30 Ocak 2015 Cuma

'Mevcut dünya sistemi sürdürülemez noktaya geldi'



Sosyolog, Immanuel Wallerstein, 'dünya sistemi'nde aslında bizden saklanan ya da en azından  açıklanması gerekenleri saklayarak iletilen kriz üzerine bir makale kaleme almış.  Yazara göre; büyüme hızının borsa işlem hacmiyle açıklandığı ortamda, gerçeği istihdam oranlarına bakarak anlayabiliriz ve kaosun ölçüsü de tek başına istihdam meselesi de değildir. Kurdaki dalgalanma, petrol fiyatlarının düşmesi, çok kutuplu dünyanın çökmesiyle en azından piyasalar kadar değişken politik ittifaklar  bu kaosun göstergeleri. Wallerstein'in 'dünya sistemi'ndeki değişimi aktaran makalesini sendika.org'dan Ali Tuncer çevirmiş, paylaşıyorum. 


Dünya-sistemi, nüfusunun büyük bir çoğunluğuna rahatsızlık veren, ciddi sorunlar içinde bulunmaktadır. Uzmanlar ve politikacılar, yılana sarılacak durumdalar. Alışageldiğimiz ölçülerdeki, genellikle geçici olan anlık her küçük iyileşmeyi, bire bin katarak gösteriyorlar.
Yaklaşık bir ay öncesinde, takvim yılının kapanmasıyla, bizlere aniden piyasaların Avrupa, Rusya, Çin, Brezilya ve birçok yerde olumsuz bir seviyede olmasına rağmen, ABD’de olumlu bir gelişme gösterdiği söylenildi. Fakat yeni yılın başlamasıyla beraber, ABD’de hisse senetleri ve tahvil fiyatlarında ciddi bir düşüş oldu. Çok ani ve hızlı bir dönüşüm yaşandı. Tabii ki uzmanların açıklamaları hazırdı ama oldukça geniş açıklama silsilesi sundular.
Asıl mesele, herhangi bir ülkedeki hisse senetleri ve tahvil fiyatları değildir. Önemli olan, bir bütün olarak, dünya sisteminin bize gösterdiği ve bana hiç de iç açıcı gelmeyen resimdir. “Mevcut düzen” düşünürlerinin ilk başvurdukları veri olan büyüme oranından başlayalım.

Büyüme hızıyla, borsadaki değerleri kastetme eğilimimiz var. Borsadaki değerlerin yükselmesine, sadece ekonomik gelişmeler değil aynı zamanda başta spekülasyon olmak üzere diğer faktörlerin de sebep olduğu aşikardır ve elbette hepimiz bu durumun farkındayız. Spekülasyon, dünya piyasasındaki büyük şirketlerin günlük yaptıkları basit bir işlem haline geldiğinden artık bizler de spekülasyonun sadece normal değil aynı zamanda arzu edilen bir durum olduğuna kanaat getirmeye başladık. Her halükarda, istesek bile, bu duruma engel olmak için hiç kimsenin yapacak bir şeyi olmadığını iddia ederiz. Bu, muhtemelen doğru bir varsayım olmakla birlikte bizzat sorunun kaynağıdır.
Benim görüşüme göre, dünya ekonomisinin ve nüfusunun büyük bir çoğunluğunun refah seviyesini ölçmedeki tek kriter istihdam oranlarıdır. Görebildiğim kadarıyla, dünya bütününe bakıldığında işsizlik oldukça uzun bir süre, anormal derecede yüksek oranlarda seyretmiştir. Ayrıca son 30-40 senelik zamanda işsizlik oranı sürekli bir artış (tersi olmadan) halindedir. Öngörebileceğimiz en iyimser tablo, işsizlik oranının bulunduğu seviyede kalması olacaktır. Trendin tersine dönmesi pek öngörülmüyor. Kuşkusuz işsizlik oranını ülkelere göre incelersek, oranların farklılık gösterdiği ve oynamalar olduğunu gözlemleyebiliriz. Fakat dünya çapında baktığımızda işsizlik oranının devamlı arttığına şahit oluyoruz.

Gerçek olan, sert dalgalanmalar geçiren bir dünya düzenini altında yaşıyor olmamız ve bunun çok acı verici olduğudur. Yaşanan çalkantıların tek ölçüsü istihdam oranları değildir. Vahim tablonun sadece en çabuk öne çıkan kaynağını değerlendirmeye alıyorlar. Belli başlı para birimlerindeki kur farkları da her gelirden insanı olumsuz etkileyen tablonun açık bir göstergesidir. Şu anda, dolar diğer birçok para biriminin karşısında hızlıca değer kazanmaktadır. Değeri artan para birimi, ithalatı ucuz, enflasyonu düşük hale getirir. Ama bildiğimiz gibi, ihracatçılar üzerinde olumsuz etki yapar ve uzun dönemli deflasyon riskini de beraberinde getirir.

29 Ocak 2015 Perşembe

Yunanistan'da dayanışma ağları Syriza iktidarından daha fazla iş görecek


Guardian yazarı John Henley, Yunanistan'da yurttaşlar tarafından çalıştırılan sağlık klinikleri, ortak mutfakların ülkedeki değişim için Syriza iktidarından daha fazla rol oynayacağı fikrinde. Dayanışma klinikleri (sayısı 40 kadar)  nüfusun yüzde 33'ünün sağlık sigortası kapsamında olmadığı bir ülkede ne kadar anlamlı olduğu açık ve ayda 30 bin kişi buralarda tedavi görüyor üstelik sağlık alanındaki bu tip dayanışma ağları beslenme, hukuk gibi alanlara da sirayet etmiş durumda. Henley'in gözlemlerini krize karşı yurttaşların dayanışma refleksi geliştirebilmesinin işareti olmasından öte başka bir politika- tabandan, ihtiyaçlara göre- inşaa etmenin de aracı gibi görünüyor. Aracısız sosyal tüketim kooperatifleri, yurttaş klinikleri tıpkı 2001 krizine Arjantin'in verdiği cevaba benzer bir cevabı paylaşıyorum. 
'Uzun bir zaman önce öğrenciydim” diyor Olga Kesidou, Peristeri dayanışma kliniğinin bekleme odasının tekli külüstür koltuğuna çökmüş, “Kendimi dayanışırken düşünürdüm. Bilirsiniz, Afrika’da bir yerde, yoksul bir ülkede hasta insanları tedavi ederken. Bunu Atina’nın kenar mahallelerinde yapacağımı hayal bile etmemiştim.”
Yunanistan’da çok az kişi, beş yıl öncesinde bile, gerilemenin ve kemer sıkmanın harap ettiği ülkelerinin bugünkü duruma geleceğini hayal etmiyordu: 1 milyon 300 bin kişi, iş gücünün yüzde 26’sı, işsiz (ve birçoğu sosyal yardım kapsamında değil); ücretler 2009’da yüzde 38 düştü, emekli maaşları yüzde 45, GSMH ise dörtte bir oranında; ülke nüfusunun yüzde 18’i gıda ihtiyaçlarını karşılayamıyor; yüzde 32’si yoksulluk sınırı altında. Ve neredeyse 3,1 milyon kişinin, yani nüfusun yüzde 33’ünün, sağlık sigortası yok, dolayısıyla, pratisyen hekim de dahil bir düzine sağlık görevlisi, üç beş eczacı, bir pediatr, bir psikolog, bir ortopedi cerrahı, bir jinekolog, bir kardiyolog ve bir ya da iki diş hekimi ile birlikte bir kulak, burun, boğaz uzmanı olan Kesidou, haftada bir günü, Atina merkezine yarım saat araç mesafesindeki bu meşgul ama neşeli klinikte, aksi halde doktora gidemeyecek olan hastaları tedavi ederek geçiriyorlar. Grubun diğer üyeleri, sigortasız hastaları kendi özel muayenehanelerine kabul ediyorlar.
“Bir köşede durup bunca insanın, bütün olarak ailelerin kamu sağlığından dışlanmasını izleyemezdik,” diyor Kesidou. “Yunanistan’da artık bir yıldan beri işsizseniz sosyal sigortanızı kaybediyorsunuz. Bu, temel hak olması gereken sağlığa erişemeyen çok fazla sayıda insan olması anlamına geliyor. Harekete geçmeseydik aynada kendi yüzümüze bakamazdık. Bu dayanışmak demek.”
Peristeri, Yunanistan’da 2011’deki kitlesel kemer sıkma protestolarının bitiminden bu yana açılan 40 sağlık merkezinden biri. Bağış yapılan ilaçları – devletin sağlık tazminatları yarıya indirildi ve bu yüzden sigortası olan hastalar bile artık ilaçları için yüzde 70 daha fazla ödemek zorunda – ve tıbbi ekipmanları kullanarak (Peristeri’nin ultrason tarayıcısı bir Alman yardım grubundan geliyor, çocuk aşıları Fransa’dan), yalnızca Büyük Atina bölgesindeki 16 klinik bir ayda 30.000’den fazla hastayı tedavi ediyor.
Klinikler, Yunanistan’ın neredeyse çökmüş durumdaki sosyal devletine yanıt olarak ortaya çıkan ve son üç yıl içinde iki kattan daha fazla artış gösteren, yurttaşlar tarafından çalıştırılan 400’ün üzerindeki gruptan (gıda dayanışması merkezleri, sosyal mutfaklar, kooperatifler, taze gıdalar için “aracısız” dağıtım ağları, hukuki yardım merkezleri, eğitim sınıfları) oluşan daha geniş ve alenen siyasi bir hareketin parçası.
“Çünkü sonuçta, biliyorsunuz” diyor Christos Giovanopoulos, harekete lojistik ve idari destek sağlayan 'Herkes için Dayanışma’nın yedinci kattaki afişlerle dolu, döküntü haldeki Atina ofislerinde, “politika tek tek insanların öyküleri haline gelir. Bu ailenin yetecek yiyeceği var mı? Bu çocuk okul için ihtiyaç duyduğu doğru kitaba sahip mi? Bu çift evden atılmak üzere mi?” Dardaki insanlara yardım etmenin yanı sıra, Giovanopoulos’un söylediklerine göre, Yunanistan’ın dayanışma hareketi “politikanın ne olması gerektiğine dair neredeyse başka bir algıyı – tabandan yükselen, gerçek insanların ihtiyaçlarından başlayan – teşvik ediyor. Boş, yukarıdan aşağıya, temsili politikanın pratik (uygulamalı) bir eleştirisi. Aslında tamamen yeni bir model. Ve işe yarıyor.”
Kamuoyu yoklamalarının önümüzdeki haftadan itibaren Syriza öncülüğünde bir hükümete işaret ettiği Yunanistan’ın geleceğinde de daha resmi bir rol oynama yolunda gibi görünüyor. 2012’de ilk seçildiklerinde radikal sol partinin 72 milletvekili maaşlarının yüzde 20’sini Herkes için Dayanışma’yı finanse etmeye yardımcı olacak dayanışma fonuna vermek yönünde oy kullandılar. (Çoğu daha fazla da yardım etti; birçoğu ücretsiz telefon haklarını yerel bir projeye yapılacak aramalara aktardılar.) Parti hareketin yaratmak istediği sosyal değişim için örnek teşkil edebileceğini ve bir platform oluşturabileceğini söylüyor.