Recommended Post Slide Out For Blogger

30 Ocak 2015 Cuma

'Mevcut dünya sistemi sürdürülemez noktaya geldi'



Sosyolog, Immanuel Wallerstein, 'dünya sistemi'nde aslında bizden saklanan ya da en azından  açıklanması gerekenleri saklayarak iletilen kriz üzerine bir makale kaleme almış.  Yazara göre; büyüme hızının borsa işlem hacmiyle açıklandığı ortamda, gerçeği istihdam oranlarına bakarak anlayabiliriz ve kaosun ölçüsü de tek başına istihdam meselesi de değildir. Kurdaki dalgalanma, petrol fiyatlarının düşmesi, çok kutuplu dünyanın çökmesiyle en azından piyasalar kadar değişken politik ittifaklar  bu kaosun göstergeleri. Wallerstein'in 'dünya sistemi'ndeki değişimi aktaran makalesini sendika.org'dan Ali Tuncer çevirmiş, paylaşıyorum. 


Dünya-sistemi, nüfusunun büyük bir çoğunluğuna rahatsızlık veren, ciddi sorunlar içinde bulunmaktadır. Uzmanlar ve politikacılar, yılana sarılacak durumdalar. Alışageldiğimiz ölçülerdeki, genellikle geçici olan anlık her küçük iyileşmeyi, bire bin katarak gösteriyorlar.
Yaklaşık bir ay öncesinde, takvim yılının kapanmasıyla, bizlere aniden piyasaların Avrupa, Rusya, Çin, Brezilya ve birçok yerde olumsuz bir seviyede olmasına rağmen, ABD’de olumlu bir gelişme gösterdiği söylenildi. Fakat yeni yılın başlamasıyla beraber, ABD’de hisse senetleri ve tahvil fiyatlarında ciddi bir düşüş oldu. Çok ani ve hızlı bir dönüşüm yaşandı. Tabii ki uzmanların açıklamaları hazırdı ama oldukça geniş açıklama silsilesi sundular.
Asıl mesele, herhangi bir ülkedeki hisse senetleri ve tahvil fiyatları değildir. Önemli olan, bir bütün olarak, dünya sisteminin bize gösterdiği ve bana hiç de iç açıcı gelmeyen resimdir. “Mevcut düzen” düşünürlerinin ilk başvurdukları veri olan büyüme oranından başlayalım.

Büyüme hızıyla, borsadaki değerleri kastetme eğilimimiz var. Borsadaki değerlerin yükselmesine, sadece ekonomik gelişmeler değil aynı zamanda başta spekülasyon olmak üzere diğer faktörlerin de sebep olduğu aşikardır ve elbette hepimiz bu durumun farkındayız. Spekülasyon, dünya piyasasındaki büyük şirketlerin günlük yaptıkları basit bir işlem haline geldiğinden artık bizler de spekülasyonun sadece normal değil aynı zamanda arzu edilen bir durum olduğuna kanaat getirmeye başladık. Her halükarda, istesek bile, bu duruma engel olmak için hiç kimsenin yapacak bir şeyi olmadığını iddia ederiz. Bu, muhtemelen doğru bir varsayım olmakla birlikte bizzat sorunun kaynağıdır.
Benim görüşüme göre, dünya ekonomisinin ve nüfusunun büyük bir çoğunluğunun refah seviyesini ölçmedeki tek kriter istihdam oranlarıdır. Görebildiğim kadarıyla, dünya bütününe bakıldığında işsizlik oldukça uzun bir süre, anormal derecede yüksek oranlarda seyretmiştir. Ayrıca son 30-40 senelik zamanda işsizlik oranı sürekli bir artış (tersi olmadan) halindedir. Öngörebileceğimiz en iyimser tablo, işsizlik oranının bulunduğu seviyede kalması olacaktır. Trendin tersine dönmesi pek öngörülmüyor. Kuşkusuz işsizlik oranını ülkelere göre incelersek, oranların farklılık gösterdiği ve oynamalar olduğunu gözlemleyebiliriz. Fakat dünya çapında baktığımızda işsizlik oranının devamlı arttığına şahit oluyoruz.

Gerçek olan, sert dalgalanmalar geçiren bir dünya düzenini altında yaşıyor olmamız ve bunun çok acı verici olduğudur. Yaşanan çalkantıların tek ölçüsü istihdam oranları değildir. Vahim tablonun sadece en çabuk öne çıkan kaynağını değerlendirmeye alıyorlar. Belli başlı para birimlerindeki kur farkları da her gelirden insanı olumsuz etkileyen tablonun açık bir göstergesidir. Şu anda, dolar diğer birçok para biriminin karşısında hızlıca değer kazanmaktadır. Değeri artan para birimi, ithalatı ucuz, enflasyonu düşük hale getirir. Ama bildiğimiz gibi, ihracatçılar üzerinde olumsuz etki yapar ve uzun dönemli deflasyon riskini de beraberinde getirir.

29 Ocak 2015 Perşembe

Yunanistan'da dayanışma ağları Syriza iktidarından daha fazla iş görecek


Guardian yazarı John Henley, Yunanistan'da yurttaşlar tarafından çalıştırılan sağlık klinikleri, ortak mutfakların ülkedeki değişim için Syriza iktidarından daha fazla rol oynayacağı fikrinde. Dayanışma klinikleri (sayısı 40 kadar)  nüfusun yüzde 33'ünün sağlık sigortası kapsamında olmadığı bir ülkede ne kadar anlamlı olduğu açık ve ayda 30 bin kişi buralarda tedavi görüyor üstelik sağlık alanındaki bu tip dayanışma ağları beslenme, hukuk gibi alanlara da sirayet etmiş durumda. Henley'in gözlemlerini krize karşı yurttaşların dayanışma refleksi geliştirebilmesinin işareti olmasından öte başka bir politika- tabandan, ihtiyaçlara göre- inşaa etmenin de aracı gibi görünüyor. Aracısız sosyal tüketim kooperatifleri, yurttaş klinikleri tıpkı 2001 krizine Arjantin'in verdiği cevaba benzer bir cevabı paylaşıyorum. 
'Uzun bir zaman önce öğrenciydim” diyor Olga Kesidou, Peristeri dayanışma kliniğinin bekleme odasının tekli külüstür koltuğuna çökmüş, “Kendimi dayanışırken düşünürdüm. Bilirsiniz, Afrika’da bir yerde, yoksul bir ülkede hasta insanları tedavi ederken. Bunu Atina’nın kenar mahallelerinde yapacağımı hayal bile etmemiştim.”
Yunanistan’da çok az kişi, beş yıl öncesinde bile, gerilemenin ve kemer sıkmanın harap ettiği ülkelerinin bugünkü duruma geleceğini hayal etmiyordu: 1 milyon 300 bin kişi, iş gücünün yüzde 26’sı, işsiz (ve birçoğu sosyal yardım kapsamında değil); ücretler 2009’da yüzde 38 düştü, emekli maaşları yüzde 45, GSMH ise dörtte bir oranında; ülke nüfusunun yüzde 18’i gıda ihtiyaçlarını karşılayamıyor; yüzde 32’si yoksulluk sınırı altında. Ve neredeyse 3,1 milyon kişinin, yani nüfusun yüzde 33’ünün, sağlık sigortası yok, dolayısıyla, pratisyen hekim de dahil bir düzine sağlık görevlisi, üç beş eczacı, bir pediatr, bir psikolog, bir ortopedi cerrahı, bir jinekolog, bir kardiyolog ve bir ya da iki diş hekimi ile birlikte bir kulak, burun, boğaz uzmanı olan Kesidou, haftada bir günü, Atina merkezine yarım saat araç mesafesindeki bu meşgul ama neşeli klinikte, aksi halde doktora gidemeyecek olan hastaları tedavi ederek geçiriyorlar. Grubun diğer üyeleri, sigortasız hastaları kendi özel muayenehanelerine kabul ediyorlar.
“Bir köşede durup bunca insanın, bütün olarak ailelerin kamu sağlığından dışlanmasını izleyemezdik,” diyor Kesidou. “Yunanistan’da artık bir yıldan beri işsizseniz sosyal sigortanızı kaybediyorsunuz. Bu, temel hak olması gereken sağlığa erişemeyen çok fazla sayıda insan olması anlamına geliyor. Harekete geçmeseydik aynada kendi yüzümüze bakamazdık. Bu dayanışmak demek.”
Peristeri, Yunanistan’da 2011’deki kitlesel kemer sıkma protestolarının bitiminden bu yana açılan 40 sağlık merkezinden biri. Bağış yapılan ilaçları – devletin sağlık tazminatları yarıya indirildi ve bu yüzden sigortası olan hastalar bile artık ilaçları için yüzde 70 daha fazla ödemek zorunda – ve tıbbi ekipmanları kullanarak (Peristeri’nin ultrason tarayıcısı bir Alman yardım grubundan geliyor, çocuk aşıları Fransa’dan), yalnızca Büyük Atina bölgesindeki 16 klinik bir ayda 30.000’den fazla hastayı tedavi ediyor.
Klinikler, Yunanistan’ın neredeyse çökmüş durumdaki sosyal devletine yanıt olarak ortaya çıkan ve son üç yıl içinde iki kattan daha fazla artış gösteren, yurttaşlar tarafından çalıştırılan 400’ün üzerindeki gruptan (gıda dayanışması merkezleri, sosyal mutfaklar, kooperatifler, taze gıdalar için “aracısız” dağıtım ağları, hukuki yardım merkezleri, eğitim sınıfları) oluşan daha geniş ve alenen siyasi bir hareketin parçası.
“Çünkü sonuçta, biliyorsunuz” diyor Christos Giovanopoulos, harekete lojistik ve idari destek sağlayan 'Herkes için Dayanışma’nın yedinci kattaki afişlerle dolu, döküntü haldeki Atina ofislerinde, “politika tek tek insanların öyküleri haline gelir. Bu ailenin yetecek yiyeceği var mı? Bu çocuk okul için ihtiyaç duyduğu doğru kitaba sahip mi? Bu çift evden atılmak üzere mi?” Dardaki insanlara yardım etmenin yanı sıra, Giovanopoulos’un söylediklerine göre, Yunanistan’ın dayanışma hareketi “politikanın ne olması gerektiğine dair neredeyse başka bir algıyı – tabandan yükselen, gerçek insanların ihtiyaçlarından başlayan – teşvik ediyor. Boş, yukarıdan aşağıya, temsili politikanın pratik (uygulamalı) bir eleştirisi. Aslında tamamen yeni bir model. Ve işe yarıyor.”
Kamuoyu yoklamalarının önümüzdeki haftadan itibaren Syriza öncülüğünde bir hükümete işaret ettiği Yunanistan’ın geleceğinde de daha resmi bir rol oynama yolunda gibi görünüyor. 2012’de ilk seçildiklerinde radikal sol partinin 72 milletvekili maaşlarının yüzde 20’sini Herkes için Dayanışma’yı finanse etmeye yardımcı olacak dayanışma fonuna vermek yönünde oy kullandılar. (Çoğu daha fazla da yardım etti; birçoğu ücretsiz telefon haklarını yerel bir projeye yapılacak aramalara aktardılar.) Parti hareketin yaratmak istediği sosyal değişim için örnek teşkil edebileceğini ve bir platform oluşturabileceğini söylüyor.

'Syriza'nın yapacağı ilk şey istihdam paketini yürürlüğe koymaktır'

E. Ahmet Tonak, Yunanistan'da seçim öncesi ve sonrası dört gün geçirdi, 'kafasındaki sorulara cevap bulmaya' çalıştı. Marksist ekonomistin değişim evresindeki ülkeye dair yerinde gözlemlerini paylaşıyorum. 

Syriza nasıl oldu da bu kadar destek buldu?
 Yeni Demokrasi’den, Pasok’tan gına gelmiş. Herkes şikayetçi. Bu bıkkınlık Syriza’nın sağladığı desteği büyük ölçüde açıklıyor. “Her şeyi denedik, sıra Sol’da; bir de bunu deneyelim” ruh hali oldukça yaygın. Konuştuğum taksi şoförleri, garsonlar, otel çalışanları herhangi bir sol değeri benimsedikleri için değil, daha çok çaresizlikten Syriza’yı desteklemiş gibiler. Epeydir oy potansiyeli %4’lerde olan bir partinin çok kısa zamanda %36’nın üstüne çıkmasında, ekonomik krizin ve Troyka’cı politikaların tahribatının rolü büyük.  Seçmenlerin, yıldıkları sağ partilerden desteklerini çekip hızla arayış içine girmelerinin arkasında son derece dinamik ve özgül koşullar var.
Syrizanın ANEL’le koalisyonunun geri planı
 Bilineni hatırlayalım; reel siyasette, özellikle hükümet etme ihtimali kapıya dayandığında, neredeyse her zaman, taviz ve uzlaşı kaçınılmaz. Verili koşullar, sınırlı seçenekler neler yapılabileceğini belirliyor. Yunanistan’da, cumhurbaşkanı seçimlerde birinci gelen partiye hükümet kurma yetkisini ancak belirli koşullar yerine getirilirse veriyor. Bu koşulların başında tabii ki güven oyu için çoğunluğun sağlanmış olması geliyor. En çok oy alan parti mecliste mutlak çoğunluğu (151 ve üstü) sağlarsa mesele yok. Syriza bu çoğunluğu sağlayamadığı ve 149’da kaldığı için cumhurbaşkanı diğer iki koşuldan birinin sağlanmış olmasını bekliyor:
1) Bir başka parti ile resmi ortaklık, yani koalisyona giderek güven oyunu garantilemek;
2) Mutlak çoğunluğun 151 altında da sağlanabileceğine cumhurbaşkanını ikna etmek. Evet, ikinci alternatif garip görünüyor. Mutlak çoğunluk nasıl olup da, mesela 151 yerine 149 olabiliyor? Syriza’nın kendi dışındaki partilerden 3 milletvekilini güven oylaması sırasında oturuma katılmamaya ikna etmesi yoluyla. O zaman, 300 milletvekilli bir mecliste değil, 297 vekilli bir mecliste güven oylaması yapılacağından Syriza’nın 149 milletvekili hükümet kurulması için yeterli oluyor.
Bana anlatılanlardan edindiğim izlenime göre, cumhurbaşkanına bu ikinci koşulun sağlandığını sözle ifade etmek yetmiyor. Cumhurbaşkanı, bu koşulun gerçekleştirildiğine dair kanıt arıyor, bir tür protokol ile güvenoyunun bu yolla alınabileceğinden emin olmak istiyor. Öte yandan, bu tür bir destek sağlandığında oylamaya katılmayan milletvekillerinin seçildikleri partiden ihracı gündeme gelebileceği gibi güven oyu desteği de pek kalıcı olmayabiliyor. 13 milletvekilli ANEL ile Syriza’nın kurduğu koalisyonu değerlendirirken Yunanistan parlamento geleneğine dair bu tür inceliklerin de dikkate alınması gerekiyor.
Her koalisyonun haliyle bir ortak zemini olması gerekir. ANEL-Syriza koalisyonunun ortak zemini Troyka’nın dayattığı kemer sıkma politikalarına karşı çıkmaları ve müzakerelerin yenilenmesi gereğinde anlaşmış olmaları. ANEL’in göçmen düşmanı milliyetçi söylemi ile Syriza’nın göçmen yanlısı taahhütlerinin çeliştiği biliniyor. Fakat, bu potansiyel çatışma alanının fiili bir uzlaşmazlığa dönüşüp dönüşmeyeceği, dönüşecekse ne zaman, hangi bağlamda dönüşeceği tartışmalı bir alan.  Spekülasyonlar, iddialar muhtelif. Yakın dönemde yaşanacaklar her iki partinin önceliklerinin ve samimiyetinin laboratuvarı olacak. Gelişmelerin yönünün belirlenmesinde Syriza’nın kırmızı çizgilerinin tayin edici olacağı kesin.
İlk ağızda neler yapılabilir?
 Syriza’nın Selanik Programı’nı değerlendirirken* programa hangi ölçütle, hangi yanlarına öncelik tanıyarak yaklaştığımı belirtmiştim.  Benim için, Troyka’nın emekçilere dayattığı koşulları düzeltecek politikaların niteliği ve acilen uygulanıp uygulanmayacağı tayin edici idi.  Nitekim, programda öne çıkan asgari ücretin tekrar eski 751 avro seviyesine çekilmesi ve %28’lere varan işsizlik ile mücadelenin ilk adımı olarak devlet eliyle 300,000 işsize istihdam yaratılması Syriza’nın önceliklerini aksettiriyor.  Solda olan herkesin desteklemesi gereken somut politika önerileri bunlar.  Program, öncelik verdiği bu uygulamaları Troyka müzakerelerine bağlamaksızın, hemen, acilen yerine getireceğini de söylüyor ve net bir tavır takınıyor.

26 Ocak 2015 Pazartesi

Yeni bir sapkınlık olarak Syriza iktidarı

Sloven felsefeci Slavoj Zizek, Yunanistan seçimleri öncesinde olası bir Syriza zaferi üzerine bir makale kaleme almış. Alışılmışın dışında bir seçim olacağına -ki sonuçları itibariyle öyle de oldu- vurgu yapan Zizek, egemenlerin korkusundan çok Syriza'nın neler yapabileceğine odaklanmış. 'Birisinin cesaret edip Yunanistan'ın borcunu silmesi gerektiğini' belirten Zizek'in makalesini Sinem Önem Uçkan çevirmiş, paylaşıyorum. 


Kurumsal demokrasimizin eleştirmenleri genellikle, bir kural olarak, seçimlerin doğru bir tercih sunmamasından yakınır. Çoğunlukla elde ettiğimiz, programları neredeyse aynı olan bir merkez sağ ile bir merkez sol parti arasında yapacağımız seçimdir. Gelecek Pazar, 25 Ocak’ta (17 Ocak 2012’de olduğu gibi) ise durum bu olmayacak. Yunan seçmenler, bir yanda egemenlerin, öte yanda radikal sol bir koalisyon olan Syriza’nın olduğu gerçek bir seçimle karşı karşıya…
Çoğunlukla olduğu gibi, gerçek bir tercihin böylesi anları egemenleri paniğe düşürür.  Egemenler, yanlış tarafın kazanması durumunda ortaya çıkacak olan toplumsal kaos, yoksulluk ve şiddet resmi çizer. Syriza’nın zafer kazanma olasılığı, dünya piyasalarını bir korku dalgasının sarmasına neden oldu. Böylesi durumlarda alışılmış olduğu gibi, ideolojik kişileştirme altın çağını yaşıyor. Piyasalar, yaşayan insanlarmış gibi “konuşmaya” başladı ve seçimler mali tasarruf programına devam etme emrini verecek bir hükümetin kaybetmesiyle sonuçlanırsa, olacaklara ilişkin endişelerini dile getiriyor.
Avrupa’daki egemenlerin Yunanistan’daki Syriza zaferi tehdidine yönelik tepkisinden aşamalı olarak bir ideal, Gideon Rachman’ın Financial Times’taki yorumunun “Euro Bölgesi’nin En Zayıf Halkası Seçmenlerdir” (Eurozone’s weakest link is the voters) olarak atılan başlığında en iyi şekilde ifade edilen bir ideal, gün yüzüne çıkıyor. Egemenlerin ideal dünyasında, Avrupa bu “en zayıf halka”dan kurtulur ve uzmanlar zaruri ekonomik tedbirleri doğrudan dayatma gücünü kazanır; eğer seçimler gerçekleşiyorsa, bu seçimlerin işlevi yalnızca uzmanların ortak görüşünü onaylamaktır.
Bu açıdan Yunan seçimleri kâbustan başka bir şey gibi görünemez. O halde bu yıkımdan kaçınmak nasıl mümkündür? Bunun kesin yolu, korkuya geri dönmek ve Yunan seçmenleri “Şu anda acı çektiğinizi mi düşünüyorsunuz? Henüz hiçbir şey görmediniz, Syriza zaferini bekleyin ve son yıllardaki mutluluğa hasret kalın!” mesajı ile ölesiye korkutmak olacaktır.
Alternatif, ya Syriza’nın öngörülemeyen sonuçlarla Avrupa projesinden çıkması (veya atılması) ya da her iki taraf da taleplerini azalttığında ortaya çıkacak olan “karmakarışık bir uzlaşma”dır. Bu ise başka bir korkuyu yükseltir. Bu korku, Syriza’nın zaferden sonraki irrasyonel tutumuna ilişkin bir korku değil; tam tersine, Syriza’nın seçmenleri hayal kırıklığına uğratacak rasyonel ve karmakarışık bir uzlaşmayı kabul etmesi ve bu nedenle hoşnutsuzluğun -bu sefer Syriza tarafından yön verilmeyecek ve yatıştırılamayacak bir hoşnutsuzluğun- devam etmesi korkusudur.

24 Ocak 2015 Cumartesi

'Syriza, radikal politikalara imkan sağlamak için geçiş programı öneriyor'

Ahmet Tonak yarın yapılacak olan Yunanistan seçimleri öncesi Syriza'nın ekonomik görüşlerinin oluşmasında önemli bir isim olan Efklidis Tsakalotos'la bir röportaj gerçekleştirmiş, kayıtlara geçmesi niyetiyle paylaşıyorum. 


 Avrupa Birliği’nin (AB) ne iktisadi ne de siyasi olarak umut verici bir gelecek vaat etmediği, kendi içinden birçok merkezkaç güç tarafından tehdit edildiği bir dönemde, Yunanistan için AB içinde kalmak niçin önemli? Ulus devletlere tek mümkün uluslararası alternatifi AB mi temsil ediyor? Avrupa genelinde bir sosyalist alternatif -Avrupa Sosyalist Birleşik Devletleri- için mücadele etmeye değmez mi?

Efklidis Tsakalotos  Tam da birçok merkezkaç siyasi güç olduğu için! Syriza’da bizler ta başından beri avronun ilerici güçler tarafından değil, kemer sıkma politikaları tarafından tehdit edildiğini söylüyoruz. Hepimizin bildiği gibi her türlü sabit kur sistemi durgunluk ve kitlesel işsizlik dönemlerinde tehlikeye düşer. İlericiler, avro sistemi çöküşünün aynen 1930’lardaki gibi rekabetçi devalüasyonlara, milliyetçi çekişmelere ve daha kötü şeylere yol açmasından endişe duymalıdır.

AB içinde kalınsa bile, AB’ye mesafeli İngiltere ve Yunanistan’dan daha küçük İsveç gibi ülkelerin başından beri Eurozone dışında kaldığı hatırlanacak olursa, Yunanistan’ın Eurozone içinde kalması niçin gerekiyor? Avronun mutlaka fırtınayı atlatabileceğini varsaymak makul mu? Eğer değilse, niçin kolektif bir çöküş riski alınıyor?

 Daha önceki cevabımın Avrupa projesine desteğimizin sadece taktiksel değil, stratejik olduğunu netleştirmiş olması gerekir. Syriza, dış borç gibi problemlerin ulus-ötesi problemler olduğu için ulus-ötesi bir şekilde çözülmesi gerektiğini savunuyor. Bu ulus-ötesi yüzleşme, finans piyasalarına, uluslararası şirketlere direnebilme, ekonomiler arası vergi rekabetine, iklim değişikliğine karşı koyabilme gibi diğer konular için de geçerli.
Avro çökerse, bu çöküşten sonra ortaya çıkacak dönemin Avrupa entegrasyonu için daha uygun bir zemin sağlayacağı görüşü tarihsel destekten yoksun. 1930’ların hayaleti tüm ürkütücülüğü ile hatırlanmalı.

Syriza özellikle işçiler için hayati olan asgari ücretin yükseltilmesi ve istihdam garantisi politikalarını da içeren Selanik planını uygulama konusunda bayağı kararlı gözüküyor.  Bu politikaların uygulanabilmesi için gerçekçi finansman kaynakları nelerdir?  İstihdam garantisi programı için AB’nin fonlarını kullanmak olası mı?  Yabancı borç faizlerini askıya almak söz konusu mu?

Selanik planı, dış borçlara ilişkin yürüteceğimiz pazarlık sürecinden bağımsız kısa dönemli bir mücadele paketidir. Dolayısıyla, planlanan müdahalelerin nasıl finanse edileceğine ilişkin görüşleri de içeriyor. Bunlar, vergi kaçakçılığı ile mücadele ederek vergi matrahını genişletecek yeniden yapılandırılmış bir vergi sistemi kurmaktan, gecikmiş vergileri toplamaya ve gözden çıkarılmış eski vergileri, mükelleflerine daha uygun koşullar sağlayarak toplamaya kadar bir dizi düzenlemeyi kapsar. Bunların yanı sıra, alacaklılarla yeni finansman antlaşması pazarlığına girişerek faiz dışı fazla hedeflerini önümüzdeki bir kaç yıl için ciddi bir biçimde azaltacağız. Şu andaki faiz dışı fazla hedeflerini, hali hazırdaki program bağlamında Yunanistan’ın borcunu sürdürebilme stratejisi için merkezi önemde olmasına rağmen, neredeyse hiç bir iktisatçı, bırakınız toplumsal bakımdan kabul edilebilir olmasını, iktisadi açıdan da anlamalı bulmamaktadır. Eğer başarılı olabilirsek yatırım için kaynak yaratmış olacağımızdan ekonominin kriz sonrasındaki yeniden yapılanmasına girişebiliriz.

Dış borç-GSYH oranının % 174 seviyesinde olduğu Yunanistan ekonomisinin başındaki en büyük dert şüphesiz dış borç ödemeleri. Avrupa finans sermayesinin hakim kanadı Yunanistan’ın borcunu tamamen ödemesinden yana ve Syriza ile borç görüşmesi yapmak niyetinde değil. Dolayısıyla, Syriza dış borç müzakerelerinden vazgeçmezse Avrupa finans sermayesinin Yunanistan’dan sermaye kaçışını hızlandırarak ülkeyi bir finansal iflasa sürükleyeceği kesin gibi. Eğer bu olası bir durum ise şimdiden sermaye hesaplarını bloke etmek ve bankaları kamulaştırmak gibi önlemler almak gerekmez mi?  

 Belirttiğiniz durumun gerçekleşip gerçekleşemeyeceğini göreceğiz. Piyasalar da şu andaki programın sürdürülebilir olduğuna inanmıyor. Kaldı ki Yunan halkının demokratik tercihini siyasi düzeyde göz ardı etmenin kolay olacağını sanmıyorum. O tür bir tavır Avrupa’nın geri kalanına çok kuvvetli bir mesaj göndermiş olur ki, bu da AB’nin alternatif toplumsal öncelikler ile demokratik süreçleri kaynaştıramadığı anlamına gelir. Sizin bahsettiğiniz merkezkaç siyasi güçlerin varlığını dikkate alacak olursak hiç de hafife alınabilecek bir ihtimal değil bu. Bu güçler, milliyetçi sağ da olabilir, soldakiler de olabilir fakat her hâlükârda Avrupa’nın demokrasi ve toplumsal adalet gibi temel ilkelerine gösterilen o tür bir umursamazlığın sonunda AB’nin nasıl olup da yaşayabileceği açık değildir.
Syriza’dan sonra İspanya’da Podemos ve İrlanda’da Sinn Fein’in de kamuoyu yoklamalarında önde gittiğini hatırlayalım. Avrupa’da bazı şeyler değişiyor. Sermaye gibi emekçiler de Avrupa genelinde örgütlenmeli. Mücadele etmemiz gereken bir savaştır bu!

20 Ocak 2015 Salı

'Yunan virüsü Avrupa'ya yayılırsa...

Felsefeci Michael Löwy, Yunanistan'da yaklaşan erken seçimler için kısa bir değerlendirme yapmış. 'Yunanistan'ın neo-liberal kabustan uyanan ilk ülke olabileceği' umudunu taşıyan Löwy'le yapılan ve alternatifsiyaset.net sitesinde yayınlanan röportajı paylaşıyorum. 

Yunanistan’ın seçimlere gideceğini öğrendiğinizde ilk tepkiniz, esas olarak hissettiğiniz ne oldu?
Tepkim elbette sevinç ve umut oldu. Sonunda, Avrupa’ya temiz hava soluma ihtimali veren bir fırsat penceresi açıldı. Bu hem Yunanistan hem de Avrupa için tarihi bir dönüm noktası olabilir. Özellikle de “Yunan Virüsü”, İspanya’da çoktan olmuş gibi görünüyor, diğer ülkelere de bulaşırsa.
Yunan seçimlerinin ve olası bir sol hükumetin Yunanistan ve Avrupa için önemi ve anlamı nedir?
Yunanistan’ın neoliberal kâbustan uyanan ilk Avrupa ülkesi olabileceği, kıtanın mali oligarşinin demir ökçesinden kurtulan ilk halkı olabileceği, “Piyasaların” kör diktatörlüğüne karşı koyacak ilk hükumete sahip olabileceği anlamına geliyor. Franz Kafka “Istırap çeken insanlığın zincirleri ofis kâğıtlarından yapılmıştır” demişti. Memorandumlar, İstikrar paktları ve diğer Borç yükümlülükleri gibi yıllardır Yunan halkını baskı altında tutan kâğıttan zincirleri yırtacak cesarete, Syriza’nın önderliğindeki bir sol hükumet sahip olabilir.
Elbette henüz son gelmedi, Syriza’nın seçim galibiyeti veya gerçek bir sol hükumetin kurulması kesin değil. Ve böylesi bir hükumetin “Kutsal Troyka” himayesindeki banka sahipleri ve politikacılar, muhafazakârlar ve “sosyal demokratlar”, akbaba fonları ve vurgunculardan oluşan Kutsal İttifak’a karşı mücadele etmesi gerekecek.
Ama bu seçim, bu güçlerin şantajına boyun eğmeyecek, haksız, iğrenç, hem gayri meşru hem de yasa dışı olan borcun büyük çoğunluğunu ödemeyi reddeden, sokağa atılan insanlara evlerini geri veren, Yunanistan’da yaşayan politik göçmenlere sığınma hakkı veren bir hükumete sahip olmanın ilk şansı olacak. Diğer pek çok Avrupa ülkesinde aşırı sağın, yarı faşist veya faşist parti veya hareketlerin rahatsız edici yükselişini görürken Yunanistan, vahşi tasarruf önlemlerine karşı duyulan öfkenin radikal solun yükselişine yol açtığı ilk Avrupa ülkesi. Syriza’nın zaferi, Yunan halkının ırkçılık, cinsiyetçilik, yabancı düşmanlığı ve neofaşizme karşı özgürlüğü, eşitliği ve dayanışmayı tercih ettiği anlamına gelecek.
Son olarak bir dileğimi ifade etmeme izin verilirse, naçizane olarak Syriza’lı yoldaşlarımıza sol hükumetin ilk icraat olarak Ekonomi Bakanlığı tarafından işten çıkartılan 595 temizlikçi kadını kadrolu olarak işe almasını öneririm. Tehditlere, aşağılamalara ve polis saldırılarına rağmen verdikleri cesurca mücadeleyle Yunan halkının sosyal adalet mücadelesinin uluslararası sembolü haline geldiler.

16 Ocak 2015 Cuma

Charlie Hebdo saldırıları ve 'uygarlık çaresizliği'



Felsefeci Seyla Benhabib,Charlie Hebdo saldırılarını Batı'ya göç etmek durumunda kalanlarla birlikte alıyor. Benhabib'e göre,  'Uygarlık çaresizliği'  içinde sonuçta aşağılanmayı da içeren baskılar maruz kalan müslümanların cihada yönelişi Batı'nın günahlarından birisi. Ezidi katliamına kadar soykırıma sessiz kalmak, Irak'ta Sünnilere karşı Şiileri (şimdi tam tersi) desteklemek, Kobani'ye uzun bir süre sessiz kalmak, İran'da Musaddık rejimini devirmek gibi örnek verilse de yazar, Fransa'daki saldırıları yalnızca müslümanlıkla ilgili olmadığını ileri sürerek, müslüman coğrafyasındaki 'çaresizliği' anlamaya davet ediyor. viraverita.org'da Özgür Uçar'ın çevirdiği makaleyi paylaşıyorum. 


11 Eylül 2011’in üzerinden on yıldan fazla bir süre geçmişken, Fransa’daki korkunç kargaşanın yol açtığı en büyük kayıp, İslam ve Batı arasında küresel bir çatışma arayanların galip gelirken, Müslüman entelektüeller ve akademisyenler ile diyalog, iletişim ve kültürel ayrışmalarımızın karşılıklı bir eleştirisini arayanların “İslamofobi karşıtı-karşıtları” gibi görünmesi olmuştur.
Michael Walzer,  DISSENT’te daha yeni (Ocak, 2015)  yayımlanan makalesinde, İslam’ı, köktendinci İslamcıları ve Cihad yanlılarını eleştirmekten kaçınan Amerikalı solcuları eleştirmekte ve bunları birbirine karıştırmanın sanıldığından daha kolay olduğunu ileri sürmektedir (http://www.dissentmagazine.org/article/islamism-and-the-left). Eğer bizler İslam dini içindeki siyasal İslam’ın şiddet eylemlerinin kökenlerinin; en azından bazılarının araştırılmasında başarılı olamazsak, bu hareketlere karşı durmaktan ziyade, suç ortaklığı yapmış oluruz.
Fransa’daki korkunç olaylardan hemen önce, Avrupa’dan, Birleşik Devletler’den ve başka yerlerden önemli sayıda entelektüel Michael Walzer’in görüşlerini paylaşıyordu. Charlie Hebdo’ya yönelik saldırının gerçekleştiği hafta, Michel Houellébecq’in Fransa’nın 2020 yılında Müslüman bir devlet başkanına sahip olacağını öngördüğü yeni romanı “La Soumission”un piyasaya sürülmesi sadece bir rastlantı mıydı? Bir diğer çok satan kitap, Ėric Zemmour’un “La Suicide français” kitabı, İslamlaşma, küreselleşme ve Amerikanlaştırma karşısında acizlik içinde olan ve bırakılan güçleri hedef almaktadır. Açılımı “Batı'nın İslamlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar” olan Alman örgüt PEGIDA, 5 Ocak tarihinde Dresden’de 18.000 kişiyle bir yürüyüş gerçekleştirdi. Avrupa’nın her yerinde, göçmen karşıtı partiler yükselişte ve “göçmen karşıtlığı” basitçe “Müslüman karşıtlığı”nın yerine kullanılıyor gibi gözükmekte. “Avrupa’nın Tehlikeli An’ı`” ile karşı karşıyayız (Steven Erlanger, NYT, Ocak 8, 2015).
Charlie Hebdo saldırılarıyla aynı gün Yemen’de 26 kişi, Irak’ta ise daha fazla sayıda insan hayatını kaybetti. Hala sayan var mı? İki hafta önce Pakistan’ın Peşaver kentinde 130 öğrenci çocuk katledildi. Her hafta Suriye, Irak, Afganistan, Libya, Somali ve benzeri ülkelerden yüzlerce mülteci Avrupa sahillerine ulaşıyor. Kuzey ve kuzeydoğu Afrika’dan, Orta Doğu’nun çok geniş bölgelerine ve Afganistan dağlarının bir ucundan diğer ucuna, yerkürenin büyük bir kesiminde, parçalanan ülke ve topluluklar baş döndürücü bir hızda ölüm sarmalına kapılmış durumda. Dünyanın bu kesiminde neler oluyor? Peki bunun, Avrupa, Avustralya, Kanada’da gerçekleşen ve büyük ihtimalle yakında yeniden Birleşik Devletler’de de gerçekleşecek olan, son şiddet olayları ile tam olarak nasıl bir ilgisi var?
İslam ve şiddet hakkındaki eski beylik lafları tekrarlamak yeterli değil; Kuran ve aydınlanma karşıtlığı; Batı’yı destekleme gereksinimi… Evet, evet, bunların hepsi doğru fakat bu, Türkiye, Ürdün, İran, Fas ve Tunus gibi istisnaların dışında, Suriye, Mısır, Libya, Pakistan, Afganistan, Yemen’de merkezlerin neden kontrol altında tutulamadıklarını anlamamıza yardımcı oluyor mu? Ya da, kontrol altına almanın da, Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’da olduğu gibi, bitmeyen bir baskı ve yolsuzluk pahasına gerçekleştiğini?
Bu toplulukların koşulları, birçok genç Müslüman (özellikle de erkekler) arasında sadece kör bir öfkeyi değil, fakat aynı zamanda benim ‘uygarlık çaresizliği” (civilizational despair) olarak adlandırdığım daha derin bir şeyleri üretiyor. Bunu ise Cihad’a karşı bir savaş ilan ederek tedavi edemezsiniz. Birçok genç Müslüman için şiddet, yolsuzluk ve yoksulluk çemberinden bir çıkış yolu yok gibi görünüyor. Paris veya Londra’da, Berlin ya da Atina’da, Roma veya Amsterdam’da, Oslo ya da Kopenhag’da da olsa, işsizlik ve marjinalleşme hali ile iç içe geçmiş, aşağılanma ve alay, sömürü ve hor görülme gibi birçoğunun yaşadığı acı, Müslüman gençlerin son zamanlarda Orta Doğu’da mantar gibi çoğalan ve de Cihad yanlılarının silah altına alınarak eğitildiği yüzlerce gruba katılması için bereketli bir zemin oluşturuyor. Kouachi kardeşler Yemen’de eğitilmiş ve Suriye boyunca seyahat etmişti. Onların, şimdilerde Orta Doğu’nun, Kuzey Afrika’nın, Pakistan’ın, Afganistan’ın ve hatta Çeçenistan’ın çatışma bölgelerinin içine ve dışına yayılan savaşçılardan oluşan küresel bir ağın parçası oldukları apaçık. Birçok Çeçen’in Suriye’de IŞİD veya IŞIL ile birlikte savaştığı bildiriliyor.

13 Ocak 2015 Salı

Slavoj Zizek:Lİberalizmi eleştirmeyen gerici faşizme sessiz kalır

Sloven asıllı felsefeci Slavoj Zizek, New Statesman'a, Charlie Hebdo saldırısı hakkında bir makale kaleme almış. Tutumunu, tüm kolaycılıklardan uzakta kalarak ya da bu tip saldırılara dair klişe tavırları bir yana bırakarak 'yeni bir akıl yürütme' olarak tanımlayan Zizek'e göre saldırı gelip geçici bir felaket değil, kapsamlı büyük bir idealin parçası.  Saldırganların durumunu anlamaya çalışarak işe koyulan Zizek, Nietzche'nin Son insan kavramlaştırmasına başvuruyor ve gündelik zevklerden azade aşkın ideala bağlı fanatiği şöyle tanımlıyor: En iyimiz elimi taşın altına koymazken en kötümüz ırkçı, cinsiyetçi bir yobazlığa saplandı. Radikal islamcılara haklı bir soru;-eğer doğruyu bulmuşsanız diğerleri neden sizin için tehdit oluşturuyor- soran  tarihe de  başka bir haklı soru- yeşil faşizmin yükselişi müslüman coğrafyadaki seküler hareketin gerilemesiyle ilgili değil mi- soran Zizek, Paris saldırılarına karşı öne çıkarttığı mesele şu; liberal demokrasiyi eleştirmeyen gerici faşizme sessiz kalır. Engin Kurtay'ın sendika. org için yaptığı çeviriyi paylaşıyorum. 

Charlie Hebdo katliamının şok etkisi altındayken yeni baştan düşünmeye başlamak için de
cesaret toplamalıyız. Tabii ki bu katliamı (“Charlie Hebdo, müslümanları fazla kışkırttı, onları aşağılamakta fazla ileri gitti…” gibi kıvırtmalara girmeden) özgürlüklerimizin temellerine karşı düzenlenmiş bir saldırı olarak göreceğiz. Olay karşısında duygu yüklü evrensel dayanışma çağrıları yapmak da yetmez, bunun ötesinde akıl yürütmemiz gerekir. Bu akıl yürütmede katliamı görelileştirme (“üçüncü dünya halklarına bu kadar acılar yaşatan biz Batılılar, kim oluyoruz da  olayı yargılıyoruz” tarzında) basitliğine de düşmemeliyiz. Diğer yandan her türlü İslam eleştirisini Batılı İslamofobisi diye yargılayan liberal solcuların hastalıklı suçluluk duygusuyla da alakamız olmamalı. Bu lafta solcular daha önce de gereksiz yere müslümanları kışkırttığı söylemiyle Salman Rüşdü’yü hakkında çıkarılan ölüm fetvasından -kısmen de olsa- sorumlu tutmuşlardı. Bu tarz liberal solcu duruşun bizi götüreceği son nokta şudur: Kendi “suçluluğunu” (Profesör’e göre liberal solcunun kendi icat ettiği bu “suçluluğu” yine liberal “çokkültürcü hoşgörü” doktrinin ürünüdür – Ç.N) ne kadar deşersen, Müslüman köktendinci de seni o kadar İslam nefretini gizleyen bir ikiyüzlü olmakla suçlayacaktır. Bu mekanizma, süperego paradoksuna mükemmel bir örnektir: “Büyük Öteki”nin talimatına ne kadar uyarsan o kadar daha çok suçlu olursun. İslamcı teröre karşı da ne kadar hoşgörülü olma telaşına girersen, üzerindeki İslam baskısı da o kadar güçlü olur…

Simon Jenkins’in “aşırı tepki vermeyelim, milleti galeyana getirmeyelim” şeklinde itidal çağrısını da (The Guardian, 7 Ocak 2015) bu nedenle kifayetsiz buluyorum. Bu yaklaşımla her olan biteni “bir felaket oldu, korktuk, ama bu da geçer” diye görmeye başlarsınız. Oysa Charlie Hebdo saldırısı öyle “gelip geçer bir felaket” değildir, çok kesin bir dinsel ve siyasal hedefe bağlıdır, kapsamlı, büyük ölçekli bir idealin parçası olan bir eylemdir. Eğer kör İslamofobiye saplanmak anlamındaysa, elbette aşırı tepki vermeyeceğiz, ama bu büyük ölçekli ideali çözümlemek anlamındaysa, evet, bunu keskin ve kararlı bir şekilde yapmalıyız.
Teröristleri canını hiçe sayan şeytani fanatikler olarak kahramanlaştırmak yerine onların bu şeytani gizemini ters yüz etmemiz gerekir. [Olguyu çözümlemek için karşıtını ele alarak başlayalım:] Friedrich Nietzsche, Batı uygarlığının tutku ve bağlılıklardan uzaklaşmış bir Son İnsan tipine doğru yol aldığını söylemiştir. Hayal kurma yetisini yitirmiş, yaşam yorgunu, risk almayan, yalnızca rahatlık ve güvenlik arayan bir insan tipi: “Ara sıra biraz zehir: hoş düşler görür ve sonunda biraz fazlaca zehir, hoş bir ölüm getirir. Günlük, gecelik küçük zevklerle yaşar ama yine de sağlığına çok düşkündür. ‘Mutlu olmanın yolunu buldum’ der ve göz kırpar Son İnsan.”

Sınırsız zevklerin dünyası birinci dünya ile buna karşı tepki olarak ortaya çıkan köktencilik arasındaki kutuplaşma, günümüzde giderek maddi ve kültürel anlamda varlıklı, uzun ve tatminkar bir yaşam sürmek ile yaşamını aşkın bir hedefe adamak arasındaki çelişkiye karşılık gelmeye başlamıştır. Bu çelişki Nietzsche’nin tanımladığı etkin ve edilgen nihilizmler arasındaki çelişkiye karşılık gelmiyor mu? Bizler Batı’da Nietzsche’nin betimlediği aptalca gündelik zevklere dalmış Son İnsan’ı oynarken, Müslüman köktendinci her şeyini riske eden, kendisini bile yok eden bir savaşa girişiyor. William Butler Yeats’in “İsa’nın Dönüşü” şiiri içinde bulunduğumuz bu çıkmazı mükemmel betimliyor: “En iyimiz her türlü ilke ve bağlılığa uzak duruyor, en kötümüz ise yoğun bir tutkuya boğulmuş durumda.” Bu dizeler günümüzün anemik liberalleriyle, tutkusuz bir hırsa boğulmuş[impassioned] gericileri arasındaki çelişkiyi betimliyor. “En iyimiz” hiçbir konuda elini taşın altına koymuyor, “en kötümüz” ise ırkçı, dinci, cinsiyetçi bir yobazlığa saplanmış durumda.

'Arap baharı kışın bitti ama yaz mevsimi henüz gelmedi'

Türkçe'de Halk İstiyor ( The People Want: A radical Exploration of The Arap Uprising ) adıyla bir kitabı da çevrilen Lübnan asıllı akademisyen Gilbert Achcar, The Hindu gazetesine bir röportaj vermiş. 'Arap coğrafyasında temel sorunların hala çözülememesi nedeniyle alt-üst oluşun devam edeceğini' belirten Achcar'a göre '2011'deki sokak hareketleri radikal islamın şiddetiyle, eski rejimlerin kalıntıları arasına sıkıştı.'  


2011'deki alt-üst oluştan, Tunus'ta liberal demokrasiye geçişle sonuçlanan seçimlere kadar Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce seçimler bölge için umut olabilir mi, mesela bu durum Suriye'deki seçimleri etkiler mi? 

Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da şu anda yaşandığı gibi demokrasi meselesi liberal demokrasinin çerçevesinde anlaşılamaz, üstelik demokrasi deneyiminden uzak Arap ülkeleri ve bununla birlikte formel bir demokrasi deneyimi yaşayan Tunus'a baktığımızda politikanın özel oluş hallerini anlamak gerekir. Bölgede ekonomik ve sosyal kriz derinleşmesine rağmen liberal çözümler üretilmesinde sorunlar yaşanıyor. 'Devlet merkezli' sistemin yoğun baskısı, yandaş kapitalizmin yolsuzluklarıyla çevrili bir tür sistemden bahsediyoruz. Bu tip kapitalist gelişme modeli Tunus'da olduğu gibi hiçbir bölge ülkesinde de başarılı olamaz. Suriye'de yarım yüzyıldır Baasçı rejimle güçlendirilmiş diktatörlük bütün demokratik yapılara şekil veriyorken, gerçek bir demokrasiyi elde etmek için merkezine devleti alan yapıların zayıflatılması gerekir. 


Başlangıçta umut vardı ve baskıcı rejimin liderleri neredeyse ortadan kaybolmuştu. 2010'da hareketler başlayınca yükselen umudun yerini ne aldı sizce? 

'Mutluluktan uçma' kavramını kullanıyorsunuz ama hareket başlayınca yanıltıcı ilüzyon ancak bu kelimeyle anlatılabilir ama öte yandan halk adaleti sağlamak için sokaklara gönüllü olarak çıktığını da görmek gerekir. Şüphesiz sokağa çıkmak niyetleri gerçekleştirebilmek için tek başına yeterli değil, muazzam bir halk hareketi oluştu ama eşitsizliği gidermek ya da gelişim için yeterli bir güç olamadı. Özellikle Tunus'ta sol sendikaların domine ettiği hareketin son kertedeki durumu ilginç; eski rejimin güçleriyle, radikal islamcı güçler arasına sıkışmış hareket kendine yol açamadı. 

Gelişim yanlısı hareketler rejim ve radikal islamcı hareketleri karşı devrimci potansiyel altında birleştirdi ve bu yalnızca Tunus'ta değil, Libya, Suriye , Yemen bir nebze de olsa Mısır'da aynı biçimde şekillendi. Bence başlangıçtaki potansiyelin gücünü yitirmesinin altındaki ilk sebep bu konumunu yitirmiş olma hali. Radikal islamcı hareket bölgede güç kazandı, bilhassa İslam Devleti ve halifelik rejiminin kendini göstermesiyle birlikte. Bu durumda eski rejimin uygulayacağı aşırı şiddetin bir çıkış yolu olduğuna dair görüş de öne çıktı ki bu bakışın siyasal anlamda miyopluk olduğu aşikar. 


Bölgedeki ülkelerdeki işsizlik temel mesele olmaya devam ediyor ve sorun çözülmezse de alt-üst oluşlar göreceğimiz de muhakkak.  2011'de bu yana yaşananları 'bahar' olarak addetmek, mevsimleştirmek yeterli değil zira devrimci dönüşüm uzun süreli bir geçiş sürecini öngörür ve bölge uzun yıllar daha bu süreci yaşayacak. 

9 Ocak 2015 Cuma

RiMaflow; başka bir dünya yaratmak için işgal edilen fabrika


Ri Maflow sıradan bir fabrika değil, bir işgal fabrikası. Arjantin ve Brezilya örneklerinden yola çıkılarak İtalyan işçilerin ekonomik krize cevabı aynı zamanda. 2010'da kurulan kollektif üzerine şekillenen fabrika çalışanları, 'başka bir ekonomi' yaratabiliriz iddiasıyla dayanışma ağlarının genişletiyorlar, işçilerin deneyimlerini paylaşıyorum. 

Ekonomik ve finansal kriz, dünyada milyonlarca insanın işsiz kalmasına sosyal yapının bozulmasına yol açtı ve şimdiye kadar krizin müssebibi olmalarına rağmen durumdan karlı çıkan finans çevreleri oldu. 

Milano yakınlarında 330 işçinin çalıştığı, motorlara esnetilebilir parçalar üreten Trezzano sul Naviglio fabrikası 2009'daki finansal krizin ardından önce kapatıldı ve daha sonra merkezi İtalya olmak üzere çok uluslu bir şirkete (Maflow) dönüştü. 2010'da Polonya şirketi 

Boryszew'in borçları ödemesiyle fabrika faaliyete geçti ama kötü personel yönetimi sonrasında önce çalışan sayısı seksene indirildi iki yılın ardından da makinelerın Polonya'ya taşınılmasına karar verildi. Bu karar, çalışanların iki yıldır sürdürdüğü mücadelenin de başlangıcı oldu. (Trabajadores italianos reaccionan ante propuesta de reforma laboral del gobierno Renzi Libera: Sociedad civil se organiza para combatir mafia y corrupción

Patronların 2010'da aldığı karadan sonra 20 fabrika çalışanı Arjantine ve Brezilya'da MST'nin (Topraksız İşçi Hareketi) işgal eylemlerinden esinlenerek binayı işgal etme kararı aldı ve ardından RiMaflow adında bir kooperatif oluşturdular. RiMaflow  Occupy Maflow. (Halihazırda kendi markalarıyla gıda üretiliyor) 


Yerden 30 bin metre yukarıdaki küçük iki odada konuştuğumuz işçilerden Gigi Malabarba, 'kolay değildi ama kararlıydık, binayı işgal ettikten sonra fabrikadaki bütün kararları ortaklaşa almaya başladık, demokrasi içeriye girmişti' diyor. Fabrika yeniden üretime geçince yeni projeler geliştirmişler ve önce eski çalışanları ardından da göçmen ve işsizlerden fabrikaya yeni çalışan almışlar. RiMaflow kollektifi bununla da yetinmeyerek, çevrede yaşayanlarla dayanışma ağları kullanarak fabrikanı sosyal bir çekim merkezi haline gelmesi için de uğraşmışlar. 


Rimaflow çalışanları, 'başka bir ekonomi' kurmak için yola çıktıklarını vurguluyorlar, yeni bir endüstriyel plan dahilinde yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanarak 2015'e hazırlanıyorlar ve niyetlerini de yıl içinde gerçekleştirmeye azimli görünüyorlar. Azimli olduklarının bir başka göstergesi de 'Ri Maflow yaşamak istiyor' başlıklı manifestolarına Bolaşbakanı Evo Morales, MST yöneticisi Joao Pedro Stedetmen , yönetmen Ken Loach gibi isimlerin imzalamış olması. 

Fabrika çalışanlarından Hichem Msabhia, Tunuslu ve İtalya'ya geleli iki yıldan az zaman olmuş ama kooperatif içerisinde ikinci el ürünleri satıyor ve iki odalı bir evde kalabilecek duruma gelmiş. Msabhia'nın hayatı RiMaflow'la değişmiş, 'Tunus'dan politik sebepler yüzünden ayrılmak zorunda kalmış ama buradaki deneyimleri öğrendikten sonra ülkesine dönmeye kararlı' olduğunu söylüyor. Kooperatifin başka bir üyesi , 'yalnızca yaşamak değil, ölmemek de isteriz, RiMaflow yaşarsa bir devrim gerçekleşebilir'diyor. 

Soğuk savaşta ikinci dönem; yeni ve yeniden


Dördüncü Enternasyonal, Rus seksiyonu aktivisti ve gazeteci  Ilya Budraitskis, Vpered için  Lübnan kökenli Fransız siyaset bilimci Gilbert Achcar ile bugünlerde sıkça telafuz edilen yeni soğuk savaş konsepti hakkında konuşmuş. Achcar'a göre 1999 Kosova müdahalesi, yeni soğuk savaş döneminin miladı ve akabinde Rusya'da Vladimir Putin'in önünü açan süreç başladı. Etkileri bilhassa Suriye ve Ukrayna'da hissedilen 'yeni savaş'a dair Achcar'ın değerlendirmelerini Beriwan Aşcı çevirmiş, paylaşıyorum. 
 Budraitskis: Başlangıcı, sizin Rusya’nın küresel sistemdeki konumu ile ilgili fikrinizi de ilgilendiren bir soruyla yapmak istiyorum. Bu konuya ilişkin temel güncel söylem yeni soğuk savaş söylemi. Sizce bu, konuyla ilgili olan bir ifade mi, eğer öyleyse bu söylemden en fazla karlı çıkacak olan taraf hangisi?
Gilbert Achcar Achcar: Bana göre bu konuyla oldukça yakından ilişkili bir ifade ve son birkaç yıldır da durum aynı. Aslında 1999 yılındaki Kosova Savaşı’nın hemen ardından yeni Soğuk Savaş ismini verdiğim kitabımı yayımladım. Bence yeni soğuk savaş tam da o dönemde başladı. 1990lar; eski Soğuk Savaş, iki kutupluluk, Sovyetler Birliği gibi tüm unsurlar ve uluslararası ilişkilerde geçilen yeni aşamalar arasındaki geçiş yıllarıydı. 1990lı yıllarda ABD geniş bir küresel egemenlik pozisyonu elde etmişti. Bu, Amerikalı bir köşe yazarının ortaya çıkan durumu “tek kutupluluk dönemi” olarak adlandırdığı şeydi. Bunun sadece bir süreliğine böyle devam edeceğini, sonsuza kadar sürmeyeceğini, bu yüzden de ortaya bir “tek kutupluluk döneminin” çıktığını gördüğü için iyi bir analiz olmuştu. ABD’nin uluslararası ilişkilerin gelecekteki halini, tabi ki bütünüyle değil ama büyük oranda belirleyecek bir gücü var. 1990lardaki ABD stratejileri resmi belgelerine baktığınızda orada karşınıza çıkan “dünyayı şekillendirmek” üzerine geliştirilen bir çözümdür. Böyle baktığınızda da ABD’nin dünyayı, tabi ki yine tamamen değil ama büyük ölçüde değiştirebileceğinin gerçek olabileceğine dair belirgin bir algınız olur. Ayrıca o zamanlar seçenekleri, tercih hakları da vardı. Clinton’ın ilk döneminin temel tartışma konusu da buydu-Clinton bu konuyla ilgili iki söylemde bulundu. İlk söylem, 1945 sonrası ABD’nin Batı Almanya ve Japonya’ya fon vererek, ekonomik yardımlarda bulunarak, modern ekonomilere sahip olmalarını sağlayarak ve bu iki ülkeyi Batı bloğuna entegre ederek sergilediği politikalara benzer bir politikayı da Rusya için savunanlar arasında şiddetli bir tartışmaya sebep olmuştu. Bu bakış açısı II. Dünya Savaşı sonrası Batı Avrupa için uygulanan Marshall Planı’na benzer bir tür Marshall Planı olarak varlığını korudu.
Rehberi Madeleine Albright ve Antony Lake’in arkasından iş çeviren Zbigniew Brzezinski olan ikinci söylem ise Yeltsin Rusya’sına rağmen, tek kutuplu hakimiyeti pekiştirmekten ve Rusya’ya bir düşman gibi davranmaktan yana oldu. NATO’yu kalıcı hale getirmek ve Doğu Avrupa ile ilk Sovyet Baltık Cumhuriyetleri’ne kadar genişletmek için verilen karar bu politikanın bir parçasıydı. Elbette bu Yeltsin Rusya’sına rağmen Rusya’da ulusal bir tepki olarak ortaya çıktı. Komünizmin kökünü kazısak da bize hala düşman gibi davranacaklar gibi bir algı vardı. Benim fikrime göre bu, Rusya’daki milliyetçi hassasiyetin artmasında önemli bir faktör oldu. Üstelik bu Rusya’nın, hatta Çin’in o zamanki beklentilerine aykırı olarak Balkan savaşlarıyla, özellikle de Kosova’daki savaşı başlatma kararıyla iyice artacaktı ancak kilit nokta yine Rusya’ydı. Yeltsin, Kosova meselesinin barışçıl yolla çözümü için Miloseviç üzerinde ciddi bir baskı yaratmaya hazırlanıyordu. Fakat ABD bu seçeneği de umursamadan NATO’nun savaşa müdahil olmasını istedi. Bu NATO savaşı, 1949 yılında kurulan NATO’nun 50. yıl dönümüne damgasını vurdu. Aynı zamanda bu, sembolik bir zamanlamaydı. Nato’nun Washington’la ittifakını sürdüren Batı Avrupalıları korkutarak Amerikalılara hizmet eden Rusya’yı dışlamak konusunda nasıl bir işlev gösterdiğini buradan anlayabilirsiniz.

6 Ocak 2015 Salı

ABD'nin 15 yıldır başarıya ulaşamayan Suriye planı

Fransız yazar Thierry Meyssan, ABD'nin 2001'de Ortadoğu ve özellikle Suriye üzerine planından bugüne gelinen noktayı analiz etmiş. Yazara göre, ABD'nin başlangıçta 'Genişletilmiş Ortadoğu' projesi, Suriye'deki rejimin direnci, IŞİD'ın kontrolden çıkan gücü yüzünden sekteye uğramış durumda. ABD'nin 'liberal şahinleri'nin yeni planlar hazırladığını ileri süren Meyssan'ın analizini Niyazi Karabacak çevirmiş, paylaşıyorum. 


Dönemin ABD Başkanı George W.Busch 2001’de,Suriye’yi yıkılacak hedefler listesine aldığı zaman, üç önemli hedef belirlemişti.

Direnç eksenini” kırmak ve İsrail’in yayılmasına olanak sağlamak

Doğalgaz büyük rezervlerini el altında tutmak

“Genişletilmiş Ortadoğu” projesini yeniden düzenlemek
Hazırlanan 2005 ve 2006’da savaş planları başarısızlıkla sonuçlanınca, 2011’deki “Arap baharı” olayları planı devreye sokuldu: Müslüman Kardeşler teşkilatını iktidara taşıyacak dördüncü kuşak yeni bir savaş planı. Hal böyle olmakla birlikte, medyatik manipülasyonun olduğu bir yılın sonunda Suriye halkı serilen ölü toprağı üstünden attı ve ordusuna destek vermeye başladı. Muhalefet güçlerinin Baba Amr kasabası kuşatmasından vazgeçmesinden sonra Fransa oyundan çıkarken, ABD ve Rusya Cenevre I Konferansı sırasında (Haziran 2012) bölgeyi aralarında paylaşma planını yaptılar. Ancak bu arada herkesi şaşırtan yeni bir gelişme yaşandı; İsrail yönetimi, Fransa’nın yeni seçilen Devlet Başkanı François Hollande, ABD Dış İşleri Bakanı Hilary Clinton ve CIA Direktörü David Petraeus’un izlediği politikalara dayanarak, bölgenin paylaşım planı yapıldığı görüşme masasını devirdi. Bu aşamadan sonra, bölgeyi yeniden kan gölüne çevirecek özellikte, Nikaragua’da yapılan savaş tarzında ikinci bir savaş projesi hazırlandı (yani, paralı askerlerin sürekli bölgeye gelmesi planı). Bu ikinci savaş planı da, kalıcı bir barış olmaksızın, başarısızlıkla sonuçlandı. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Cenevre II Konferansı'ndan iki gün önce konferans formatında değişiklik yapma yoluna giderek Suudi Arabistan yanlısı bir forum haline getirdi. Tam da bu gelişmelerin yaşandığı dönemde üçüncü bir savaş başladı; IŞİD savaşı. Yüz kadar sayıda cihatçılardan oluşan küçük bir grup, kısa sürede sayısı 200 bine  ulaşan, silah bakımında donanımlı ve etkin bir ordu haline geldi. Irak Sünni kesimine ve Suriye sahrasına saldırılara başladı.
Aylardan beridir, IŞİD projesinin aslında, 2013’te The New York Time gazetesinde Robin Wright tarafından yayınlanan, Ortadoğu’nun nasıl paylaşıldığını gösteren haritaya karşılık geldiğini açıklamaya çalışıyorum (aşağıda) ABD Genelkurmay Başkanlığı aslında, olup bitenlerin tam aksine, Sykes-Piccot anlaşmasının devamı yeni bir versiyonla, Suriye’nin daha radikal bir şekilde bölünmesini tasarlıyor. ABD’nin bölge tasarımcıları, var ettikleri IŞİD örgütü istenilen etnik temizlik görevini yerine getirdikten sonra, cihatçı güçler üzerine bomba atmaya başladılar. Bu durumda akla gelen ilk soru, IŞİD örgütü güçlerinden arındırılacak bölgelerin Bağdat ve Şam’a verilip, verilmeyeceği sorusudur.
JPEG - 26.2 kb
ABD yönetiminin, esas itibariyle, IŞİD örgütüne karşı askeri faaliyetleri koordine etmeyi istemediği ve Rusya’nın ise barış konferansı hazırlıklarını yaptığı dönemde, Washington’un “liberal şahinleri” yeni hedef belirlediler.

5 Ocak 2015 Pazartesi

Cizîrê Kantonu'nda dokuz gün; bir devrime tanık olmak

ABD'li yazar Janet Biehl, Rojava'daki kanton deneyimine yerinde izleyip notlarını paylaşmış. 'Modası geçmiş  devlet aygıtından' uzakta Cizîrê Kantonu'nda dokuz gün geçiren Biehl'in deneyimlerini aktarıyorum 


Bir - dokuz aralık tarihinden itibaren Avusturya, Almanya, Norveç, Türkiye, İngiltere ve ABD’den akademisyenlerin oluşturduğu bir heyetin parçası olarak Rojava’yı ziyaret etme ayrıcalığına sahip oldum. 29 Kasım’da Güney Kürdistan’ın başkenti Hewlêr’de (Erbil) bir araya geldik ve ertesi gün Bölgesel Kürt Hükümeti (KRG) olarak da bilinen petro-devlet ile onun petrol politikası, patronaj politikası, çekişmeli partileri (KDP ve YNK) ve Dubai’ye öykünme gibi belirgin  istekleri hakkında bilgi edinerek geçirdik. Kısa sürede yeterince bilgi edinmiştik ve pazartesi sabahı (1 Aralık) nihayet Suriye sınırını geçip kuzey Suriye’nin nüfusun büyük çoğunluğu Kürt olan özerk bölgesi Rojava’ya girdiğimiz Dicle’ye doğru yola çıktık. Dicle nehri kanalı dardı fakat en kıyısında karşılaştığımız toplum Kürt Bölgesel Yönetimi’nden daha farklı olamazdı diye düşünüyordum. Aksine Rojava’da toplumsal ve siyasal devrimin ruhu havada dolaşıyordu. Karaya ayak bastığımızda asayiş veya devrimin sivil güvenlik güçleri tarafından karşılandık. Polis devlete, kendileri ise topluma hizmet ettiğinden asayiş, etiketli polisi reddediyor.
Cizîrê kantonunda dokuz gün
Sonraki dokuz gün boyunca, bizler modası geçmiş devletin tümden diskalifiye edildiği Rojava’nın devrimsel özyönetimini keşfetmekteydik (dikkatlerimizi dağıtacak hiçbir internet erişimi yoktu). Heyetimizin iki organizatörü Dilar Dirik (Cambridge Üniversitesi’nde yetenekli bir doktora öğrencisi) ve Devriş Çimen (Almanya’da Halk Bilgilendirme Kürt Merkezi Civaka Azad’ın Başkanı), bizleri çeşitli devrimci kurumların oluşturduğu yoğun bir geziye götürdüler. Rojava coğrafik olarak komşu olmayan üç kantondan oluşuyor; bizler batıda özellikle Kobanê’de İslam Devleti (IŞİD) ile devam etmekte olan savaş nedeniyle sadece en doğudaki Cezire (Cizîrê) kantonunu görebilecektik. Fakat her yerde sıcak karşılandık.
Rojava’nın Üçüncü Yol’u
Öncelikle Dışişleri Bakanı Amine Ossi, devrimin tarihini bize anlattı. Tek-partili bir sistem yönetimi olan Baas rejimi, çok uzun süre tüm Suriyelilerin Arap olduğunda ısrar etmiş ve ülkenin dört milyon Kürdünü kimliklerini bastırarak ve karşı çıkanları vatandaşlıktan çıkararak “Araplaştırma”ya çalışmıştı. Tunus ve Mısırlı muhalif grupların ayaklanmalara girişmesinden sonra, 2011 yılında ‘Arap Baharı’ sırasında, Suriyeli isyancılar da iç savaşı başlatarak ayağa kalktılar. 2012 yazında rejimin otoritesi, onun yetkililerini şiddetsiz yöntemlerle ikna etmede olan Kürtlerin çok az sorun yaşadığı Rojava’da çöktü.
Rojavalılar (onları böyle adlandıracağım çünkü çoğunluğu Kürtlerden oluşmakta iken burada aynı zamanda Araplar, Süryaniler, Çeçenler ve diğerleri de var) daha sonra ya kendilerine zulüm eden rejim ile ya da çoğu İslami olan silahlı muhalif gruplar ile ittifak yapma seçimi ile karşı karşıya kaldılar.
Nispeten seküler olan Rojava Kürtleri, her iki tarafı reddetti ve bunun yerine Kürt sorunu, devrimin doğası ve ulus-devlete ve kapitalizme karşı alternatif moderniteyi yeniden ele alan tutuklu Kürt lider Abdullah Öcalan’ın fikirlerine dayanan Üçüncü Yol’a yönelmeye karar verdi.

Avrupa'da popüler sol; yeni bir İskandinav modeli mi ?

Yunanistan'da Syriza, İspanya'da Podemos (Yapabiliriz) hareketlerinin bu yıl yapılacak seçimleri kazanma ihtimali ortaya çıkmışken Paul Mason'un kaleme aldığı ve kendi deyimiyle 'popüler sol' deneyimine göz atmakta fayda var. Dünyadan çeviri'nin sunduğu yazıyla birlikte Ahmet Tonak'ın bugün sendika org'da yayınlanan ekonomik krize karşı Syriza'nın planının değerlendirildiği makale de meseleyi derinleştirmek isteyenler için tavsiye edilir. 


Yunanistan ve İspanya’da bu yıl popülist solun seçimlerde zafer kazanma ihtimali gerçekten var. Aslında öyle yüksek ki, 20. yüzyılın eski, popülist olmayan solundan ayakta kalabilenler, şimdiden kıyametin eli kulağında olduğu sonucuna vardılar. Sosyal medyada her yerde, Podemos ve Syriza kelimelerini arattığınızda, geleneksel soldan da en az sağdan gelenler kadar çok olumsuz değerlendirme bulabiliyorsunuz. Kendileri pek farkında olmasa da, bu aşırı solcu grupların dertli öfkeleri Avrupa politikasında büyük ve gerçek bir şeyin olduğunun sinyali. Bana göre yeni bir sosyal demokrasi formu doğuyor gibi. Ve bu, 20. yüzyılda İşçi Partisi’ne ve onun sosyalist varyantlarına yol gösterenlerden çok farklı bir öncelikler dizisine sahip bir sosyal demokrasi.
Bunun için bir terim Bloomberg muhabiri Joe Wiesenthal tarafından icat edildi: “Tsiglesias” – Syriza lideri Alexis Tsipras (fotoğrafta sağda)  ile Podemos lideri Pablo Iglesias’ın adlarının birleşiminden oluşturulmuş bir kelime. Peki, Tsiglesias gerçekte neye denk düşüyor? İktidara geldiğinde ne yapacak? Ve başarılı olursa, Avrupa çapında yaygınlaşabilir bir model mi?
Iglesias’ın partisi 18 ay öncesine kadar yoktu; 1970’ler yeni solunun daha geleneksel bir ürünü olan Syriza, iktidara gelme olasılığı belirince, hem politikaları hem de yapısı itibariyle hızlı bir evrim yaşadı. Fakat manifestolarına baktığınızda, Avrupa parlamentosundaki 52 sandalyelik grubu Ukip’inkinden dört üye daha fazla olan Avrupa solunun 2014 Avrupa seçim programı çerçevesinde şekillendiğini görebilirsiniz.
Borç yeniden yapılandırması
Ekonomi politikasının merkezinde borç yeniden yapılandırması yer alıyor: Avrupa’daki çevre ülkelerin çoğunun yüz yüze olduğu borç azaltmanın ölçeğinin çok büyük olduğu, öyle ki bir nesil boyunca büyümeyi bastıracağı görüşü. Kemer sıkma politikalarının tersine çevrilmesi, bir miktar mali genişleme ve özelleştirme programlarının geri çevrilmesi veya sonlandırılması, ana listeyi tamamlıyor. Bu önermeler Avro bölgesi prensiplerine ve kurallarına ters olmasına rağmen, yeni sol popülist partilerin neredeyse hiçbiri Avro bölgesinden ayrılmak istemiyor. Bunun yerine, Avrupa Merkez Bankası’nın, tüketimi canlandırmak ve borç aflarını yönetmek için parasal gevşeme politikaları kullanarak borç konusunda gerçek son başvuru noktası haline gelmesini öneriyorlar.
Yani yeni sol partiler, Avrupa’nın, yüksek bir refah devleti ile, Keynesçi bir mali birlik haline gelmesini istiyorlar. Statüko bu değil ama bu, ekonomi departmanlarını dolduran profesörlerin, 1968’de sokaklardayken hayalini kurdukları şey de değil.
Serbest piyasa yorumcularının, Yunanistan’da Syriza’nın veya sonrasında yine bu yılİspanya’da Sosyalist-Podemos koalisyonunun iktidara gelmesi olasılığına sanki kıyamet kopacakmış gibi verdikleri tepki, yanıtı Avro periferisini olduğu kadar Britanya’daki politikayı da şekillendirebilecek ilginç bir soruyu öne çıkarıyor. Kamusal mülkiyete ve açık yaratan büyümeye adanmış bir Keynesçi refah devleti, Avrupa Birliği’nde mümkün mü veya izin verilebilir mi?
Şimdiye kadar, AB karşıtlığına yön veren şey çoğunlukla çeşitli AB ülkelerindeki muhafazakâr seçmenlerin sağ için önemli olan meselelerde kontrolü geri alma arzusu olmuştu: göç, iş dünyasına yönelik düzenlemeler, suç, tarım ve dış politika. Geleneksel sosyal demokratlar arasında AB projesine çok zayıf bir muhalefet olmuştu.