Recommended Post Slide Out For Blogger

29 Ağustos 2014 Cuma

'Arap Baharı' ve cihatçı grupların organizatörü olarak McCain'in portresi

Cumhuriyetçi senatör John McCain'i herkes tanır ama Fransız yazar Thierry Meyysan başka bir biyografi çizmiş. Arap baharı adı verilen kalkışmaların mimarı, başta halife Abu Bakr olmak üzere cihatçı liderlerle görüşen, Vietnam savaşı yıllarındaki deneyimlerini Guantanamo'da kullanan ve gelinen nokta ABD'nin İslam Devleti projesinin içerisinde yer alan bambaşka bir MCCain portresiyle karşı karşıyayız, Meyssan'ın makalesini aktarıyorum. 

2008'de başkanlık seçimini kaybeden cumhuriyetçi lider John  McCain'i herkes tanır fakat onun gerçekçi biyografisini ve de ABD hükmeti adına yaptığı gizli kapaklı  işlerle tanıyalım. Batılıların 'doğu'da hava ısınıyor' denildiği günlerde Libya'daydım ve dış politikaya dair bilgileri yerinde gözlemleme fırsatım olmuştu. Gelen bilgilere göre 4 Şubat 2011'de Suriye ve Libya'da 'Arap Baharı'nı başlatmak için NATO tarafından Kahire'de bir toplantı düzenlenecekti. Gelen bilgilere göre, McCain'in dışında toplantıya katılanlar arasında bir dönem Libya'nın en önemli siyasetçisi olan ve Kaddafi karşıtı cepheye geçen Mahmud Jibril, Fransa hükümeti tarafından asla resmi olarak görevlendirilmeyen Bernard-Henry Levy gibi isimler de vardı. Toplantının akabinde hem de Şam'da Suriye Ulusal Konseyi kurulmadan önce  2001 Suriye devrimi adlı 40 bin takipçili bir Facebook sayfası hazırlanmış ve sayfaya Suriye'deki barışcıl gösterilerden fotoğraflar yerleştirilmişti, tuhaf olan ise ilk gösterilerin gerçekleştiği Deraa'da henüz bir eylem bile olmamıştı.

16 Şubat 2011'de İslami Savaşcılar anısına Bingazi'de bir eylem gerçekleştirildi, aynı günlerde Danimarka konsolosluğu önünde  Hazreti Muhammed'in karikatürünü yayınlayan dergiyi protesto eden başka bir eylem ve İslami savaşcıların 4 askeri üsse yaptığı bir operasyon yaşandı. Eylemlerin yoğunlaştığı o üç gün içerisinde insanlar Kaddafi rejimine karşı 'demokratik devrim' gerçekleştirilebileceğine neredeyse ikna edilmişti. 

Aynı yılın 22 şubat günü  McCain Lübnan'daydı,  Saad Hariri'ni  El Mustakbel partisinin yetkililerin olduğu görüşmede bir isim, Suriye'ye yönelik askeri operasyonları yönlendiren vekil  Okab Sakr'ın da toplantıda olması ilginçti. Toplantıdan sonra ise McCain, Suriye sınırındaki Ersal'a gidip askeri birlikleri yerinde denetlemişti. Açıkçası o şubat günlerinde McCain, 2010'da Lanchester House'da olgunlaştırılan 'Önden giden liderlik' başlıklı planı hayata geçirmeye çalışıyordu.

2013 mayıs ayında senatör Mc Cain, Türkiye ziyaretinden sonra program dışı şekilde Idlib yakınlarında Suriyeli muhalif askerlerle bir görüşme yaptı, bu önemli görüşmeye dair notlar Washington'a dönüşünden sonra açıklandı.

Yandaki fotoğrafı özel olarak yayınlanmasını istendiğini düşünmekte sakınca yok zira senatör Mac Cain'in yanında El Nusra sözcülerinden ve Lübnan'da 11 Şii'nin ölümünden sorumlu Muhammed Nur da görünüyor, Mc Cain, Nur'u daha sonraları 'tanımadığını' söylemiş olsa da  bu fotoğrafın özel olarak yayınlandığı çok açık.

Aşağıdaki fotoğrafta ise Mc Cain'i Özgür Suriye Ordusu'nun liderlerinden Salim İdris'le birlikte görüyoruz, bu toplantıda olan isimlerden birisi de dünyada en çok aranan teröristlerin başında gelen İbrahim Al Badri'de (halife Abu-Bakr Al Bağdadi) bulunmuş.

''Kurbanlardan asıl özür savaşın bitmesiyle mümkün olur''


Küba'nın başkenti Havana'da yaklaşık iki yıldır,Kolombiya hükümetiyle, FARC-EP arasında sürdürülen müzakerelerde savaş yıllarının kurbanları konusu ele alınıyor. FARC komutanlarından Jesus Santrich, Javier Alexander Macias'la görüşmeler hakkında bir röportaj vermiş, aktarıyorum

Nihai anlaşmayı  bir yana bırakırsak, şimdiye kadar müzakerelerin nasıl ilerlediğini düşünüyorsunuz?
 
Yalnızca hükümetle müzakere halinde değiliz, Kolombiya'nın sosyal, ekonomik, eşitsizlik ve yoksulluğa odaklanarak temel problemlerini konuştuğumuzu düşünüyoruz. Şimdiye kadar, toprak reformu, siyasete katılım ve uyuşturucu karşıtı politikaların oluşturulması gibi masaya oturmadan önce belirlediğimiz başlıkların üçünde ilerleme kaydettik. Şu an savaşın sonuçlarına dair komisyon oluşturulması, savaş yıllarında hak kaybına uğrayanların konumlarının konuşulmasına geçtik ve ülkemizin başına gelmiş meseleyi çözme konusunda adımlar atıyoruz.

¿İki yıllık müzakere sürecinde hangi mesele sizin için kritik önem arz ediyordu? 

Problemler çok büyük ve çözülmesi zaman alacak, yarım yüzyıldır süren savaşın ertlediği meseleler bir yana gelenekselleşmiş sorunları da hallettmek yalnızca bir barış anlaşmasıyla mümkün değil, bununla birlikte çok katmanlı hale gelen sorunları çözmek için tartışmamız gerektiğinin de farkındayız. 

Barış sürecinde savaşın kurbanlarıyla karşılaşıyor olmak nasıl bir yarar getirecek? 
   
İnsanların acılarını hafifletmek ve onların seslerini duyurmak bir yana , barışın tarihsel bir kökene oturtulması için bu önemliydi. Daha da önemlisi gerçekleri bilme, saygı temelinde bir barış olacaksa kurbanların seslerine de kulak vermemiz gerekiyordu. 

FARC, savaşın kurbanlarına dair masaya hangi politikaları koyuyor, sizce kurbanların meselesinin nihai olarak çözülmesi nasıl olacak? 
   
Acil olarak neler yapabileceğimizi ve kayıpların tazmini için naslı finans kaynağı bulunabileceğini tartıştık, ülkede özel bir kurum yaratılarak bütün kurbanların katılabileceği bir fon oluşturulması  çağrısı yapılabilir mesela. Öte yandan böyle bir çağrı iyi niyetle de olmaz nihai anlaşmanın imzalanması şartıyla mümkün olabilir.


FARC'ın kayıplar hakkında konuşması, halen aktif olan gerillaların durumunu nasıl etkileyecek? 

Biz her zaman durumu lehimize çevirmekle rejimin müzakere edilen konular hakkında garanti vermesi arasında sınırlarda dolaşıyoruz, mesela ekilebilir toprak alanının genişletilmesini istiyoruz ve bunun nasıl olması gerektiğini de anlatmaya çalışıyoruz. Biliyorsunuz ki, dünyanın en geniş toprakları kan, ateş, eşitsizlik ve yoksulluğun yaşandığı bir yere dönüştü, bütün bu sorunların savaşla birlikte daha da kötüleştiğini biliyoruz. Biz söylediklerimizin arkasındayız ve problem çözmek istiyoruz. Bana göre taraflar maksimum sorumluluk alarak insan haklarına saygılı, barışın tesis edildiği ve bunun da nihai anlaşmayla çerçevelendiği bir süreç izlemeli. Bu sürece ayak diremek yerine sürecin verdiği moral değerlere sahip çıkılmalı, bizim bütün ailemiz (gerillalar) da bu bilinçle süreci takip ediyor ve doğal olarak durumdan etkileniyorlar.

 Kolombiya'da FARC'ın sorumlu olduğu ölümler, para-militer gruplara ve hükümete göre daha az olmasına rağmen Birleşmiş Milletler bunun tersi olduğu konusunda fikir beyan ediyor, bunu neye bağlıyorsunuz. Öte yandan kurbanlardan özür dilerken neler hissettiniz?


Masada FARC'ın kurbanları tartışılmadı, öte yandan BM'nin fikirleri de bize yabancı değil, hükümetin dezenformasyonundan beslenen bir durum ve muhalifleri manüpüle etme çabasından başka anlam taşımıyor.Mücadelemiz sürecideki bütün kurbanları tanıyoruz ve haklarının iade edilmesini istiyoruz şüphesiz. Kolombiya'da uzun bir mücadele verildi, ekonomik- politik koşulların yarattığı bu süreçte yalnızca özür dilemek, gösteri yapmak ve gerillanın faaliyetlerinin yanlış anlaşılmasına neden olacaktır. Özürün yararlı bir araç haline  gelmesi her kurbandan özür dilemek ve bütün bunların acılı bir savaşı sona erdirmek adına yapıldığını söylemek durumundayız. Özür, sembolik bir anlam taşıyor, bunun sembolden çıkarılması gerekir. Devrimciler gibi sorumluluğu üstümüze alıyoruz, bütün bunlar savaşın acı yönüydü demek gerekir artık.

 http://www.pazfarc-ep.org/index.php/articulos/entrevista/2088-nosotros-hablamos-desde-la-orilla-de-los-perseguidos-y-no-como-victimarios

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Kolombiya'da savaşın kurbanları söz alıyor


IPS muhabiri Constanza Vieria, Havana'da Kolombiya hükümetiyle, FARC arasındaki barış görüşmelerinin geldiği son noktayı haberleştirmiş. Vieria'nın haberinde öne çokan ise görüşmelere ilk defa belki de dünyada ilk defa savaşın kurbanlarının sorumlularla yüzleşmiş olması, Vieria'nın haberini aktarıyorum. 

Henüz resmi açıklalamalar gelmese bile Kolombiya hükümetiyle FARC Kolombiya Silahlı Devrimci Güçleri)  arasında neredeyse iki yıldır sürdürülen müzakerelerin son altı gününde 1946'da bu yana devam eden çatışmaların kurbanları konusu ele alındı. 16 ağustosta yüz yüze görüşmelerde bulunmak için kurban yakınları Havana'ya geldi ve belki de dünyada ilk defa kurbanlar ve her iki taraftan sorumlular sivil savaşı sona erdirmek için biraradaydı. 21 ağustos tarihinde ise bir grup akademisyen çatışmanın kaynakları ve sona erdirilmesi için yapılması gerekenler üzerine bir konferans verdi ve aynı gün akla gelmeyecek birşey gerçekleşti; general Javier Alberto Flórez yani Kolombiya hükümetinin en yetkin askeri, Küba'ya geldi, başkan Juan Manuel Santos'un 'silah bırakmak için kayıplar konusunun nasıl ele alınması gerektiği' sorusunun cevabını yerinde görmek için bir zamanlar düşmanı olduğu gerillalarla görüştü.  

22 ağustosta başkan Santos, 'tarihsel bir olayın içinden geçildiğini' söyledi ve dahası eski başkanlardan Alvaro Uribe'nin 1980-2026 yılları arasında askerler hakkında kınayıcı, suçlayıcı açıklama yapma yasağını değiştirdiklerini açıkladı. Öte yandan FARC ise, nihai barış anlaşması imzalanıncaya kadar  gerillaların hükümet yasalarına göre yargılanma süreçlerini tanımayacaklarını açıkladı. 

60 kurbandan onikisi 16 ağustos günü gerillalar, askerler ki aralarında hak ihlalleri konusunda şüpheliler arasında bulunan Jorge Enrique Mora Rangel'in önünde yaşadıklarını anlattı.  Toplantılara katılan BM gözlemcisi Fabricio Hochschild'a göre bu durum 'daha önce örneğine rastlanmamışdı. Kolombiya'da bütün bir savaş boyunca çoğu köylü 220 bin kişinin  hayatını kaybettiği düşünülürse kayıplar konusunun ne kadar önemli olduğu ortada.  Toplantılarda Savaş ve Kurbanlarını Araştırma Komisyonu' da (CHCV) bir sunum gerçekleştirdi. CHVC bu yılın aralık ayına kadar savaş sürecinin tüm sorumlularını araştırmak ve raporlamak için bir çalışma yürüttüklerini de bu toplantıda açıkladı, yine Gerçekleri Araştırma Komisyonu'da benzer bir faaliyet içerisinde.

Kolombiya'da barış süreci hala kırılgan bir noktada müzakere sürecinde toprak reformu, politik katılım, uyuşturucu ticareti konularında anlaşma sağlanmış olabilir ama gözlemcilerin çoğu paramiliter grupların hala faaliyetlerini sürdürüyor olması bu kırılganlığın ifadesi olarak değerlendiriliyor.

26 Ağustos 2014 Salı

Gazze'de ateş altında büyüyen çocuklar

IPS muhabiri Khaled Alashqar , Gazze'de İsrail'in saldırıları sonrasında hayata kalmayı başaran ama çatışmaların travmalarını üzerlerinde yaşayan 400 bin çocuğun hikayesini yazmış, fotoğrafları da çeken Alashqar'ın haberini aktarıyorum. 

 “Oğlum gözlerini ve konuşma yeteneğini kaybetti, ağabeyleri yaralı ve babaları da öldü.'' Yedi yaşındaki Mohamad Badran'ın annesi oğluna hala babasız kaldığını da söylememiş.  Muhamed, İsrail'in Gazze bombardımanı sırasında feci şekilde yaralanarak hastaneye kaldırılmış o 8 temmuzdaki saldırılarda ölü ve yaralı 1870 Filistinliden birisi ama öte yandan İsrail'in hava saldırıları sonrası hastanelere ulaşımı da engellemesi çoğu çocuk birçok kişinin durumunu daha kötü hale sokmuş. 

UNICEF'e göre hava saldırılarında 429 çocuk hayatını kaybederken, 2744 çocuk da yaralandı,  Gazze'de 18 yaş altında 1 milyon 800 bin kişinin yaşadığı düşünülürse bu rakam az gelebilir ama yine UNICEF'e göre 400 bin çocuk fiziksel yaralanmaların dışında psikolojik olarak da tedaviye muhtaç durumda. UNICEF'in Jeruselam'daki sözcüsü Monika Awad, ' Gazze'de sürgünde yaşayan ailelere psikolojik destek programları uygulamaya başladıklarını ve çocukları moral olarak korumak için de BM'ye defalarca destek çağrıları yaptıklarını' söylüyor. Gazze'deki hava saldırılarında konuşma yeteneğini yitiren birçok çocuk olduğu düşünülürse UNICEF'in okullara kadar yaygınlaştırdığı bu destek programı anlam kazanıyor. Psikiyatrist Sami Eweda ise, ' İsrail'in saldırıları aileleri öldürülen çocukları birçok sorunla baş etmek zorunda bırakmış durumda ve çocuklar da bu sorunlar içinde çırpındıklarını' belirtiyor.

Gazze'de çocuklara destek olan uzmanlar önce travmaya sebep olan olayları tespit edip daha sonra sorunu ortadan kaldırmak için araştırmalara girişiyorlar ama bu süreç Khuza, Shuja gibi tamamem yıkılmış bölgelerde zorluklarla ilerliyor.

Gazze'de çocuklara destek olan uzmanlar önce travmaya sebep olan olayları tespit edip daha sonra sorunu ortadan kaldırmak için araştırmalara girişiyorlar ama bu süreç Khuza, Shuja gibi tamamem yıkılmış bölgelerde zorluklarla ilerliyor.  Social Watch gibi uluslararası yardım kuruluşları savaş sırasındaki sivil kayıplara dikkat çekerken Save Children çocuk haklarına odaklanarak kamuoyu oluşturmaya çalışıyor. Save Children grubunun bir çağrısında da belirtildiği gibi, 'Çocuklar asla savaş başlatmaz ama ölebilirler, aç, evsiz kalabilirler ve savaşın travmasını asla atlatamazlar'. Gazze'de hayatta kalan çocukları bekleyen tehlikeler de bunlar. 

''AKP'nin lümpen kalkınma modeli sürdürülemez''

Gazeteci Utku Çakırözer, Türk Sosyal Bilimler Derneği ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nin ortaklaşa düzenlediği konferansta konuşan Marksist yazar Samir Amin'le bir röportaj gerçekleştirmiş, kayıtlara geçmesi için paylaşıyorum. 

''Yaşanan her patlama bir devrim değil. Devrimde, elinizde olumlu bir alternatifiniz vardır. Patlama ise sadece protesto. Batı’da da var, çevre ülkelerde de. İşte ABD’de Ferguson’dan önce Wall Street’i İşgal Et eylemi vardı. Hiçbir şeyi değiştiremedi. Ama ileride bundan daha fazlasını yaşayacağız. Diğer ülkelerdeyse ya doğal kaynakların yok edilmesine tepki (Endonezya) ya da sanayinin lokalleşerek alt-taşeronlaştığı, ucuz işgücünün süper sömürüsünün yaşandığı Türkiye gibi ülkelerde düzene tepki olarak ortaya çıkabiliyor. Tarihi kültürel miras denen bir yere (Gezi Parkı) alışveriş merkezi açmaya kalkınca patlama oluyor. Bir de tüm toplumu kapsayacak patlamalar oluyor. Tunus ve Mısır’da olduğu gibi. Nasır döneminde üretim ekonomisini göreceli olarak dışarıdan bağımsız ve etkili biçimde gerçekleştiriyorlar, bu da olumlu sosyal sonuçlar doğuruyordu. Neredeyse herkes iş sahibiydi, şaşırtıcı bir eğitim veriliyordu, sağlık, ulaştırma ve konut sistemi çok düzelmişti. Eğitim sayesinde özellikle alt sınıflardan orta sınıfa doğru sosyal hareketlilik sağlanmıştı. Nasır’dan sonra Mısır 40 yıl neo-liberal Amerikan reçetelerini uyguladı. Devletin elindeki tüm imkânlar eşe dosta dağıtıldı. Yoksulluk büyüdü. Sonunda Amerikan hegemonyasına, İsrail ve Körfez etkisine tam bir biat içine girildi. Hüsnü Mübarek rejimine karşı çıkan anti-emperyalist, ilerici sosyal hareketlerin sloganlarından biri de bu yüzden “Vatanın şerefi” oldu.


Mübarek’in devrildiği Ocak 2011’de 15 milyon Mısırlı sokaktaydı. Arkasından Müslüman Kardeşler iktidara gelip, Mursi cumhurbaşkanı seçildi. Bir yıl sonra ise bu kez 30 milyon kişi sokaktaydı. Sadece 25 milyon kişi Mursi’nin politikalarından duyduğu rahatsızlığı bir dilekçeye imza atarak gösterdi. Her imza atanın ismini ve kimlik numarasını yazma zorunluluğu olduğunu düşününce oy kullanmaktan bile cesurca bir hareketti o kampanya. General Sisi, Cumhurbaşkanı Mursi’yi görevden almasa büyük olasılıkla orduya karşı bir darbe gerçekleşecekti. Müdahale sonrasında ise şimdi birinci kareye geri döndük. Mısır’da asıl darbeyi yapan Mursi’ydi. Seçildikten iki ay sonra tüm güçleri elinde topladı. Yargıçlar Konseyi’ni, Televizyon ve İletişim Konseyi’ni baskı altına aldı. Tüm kurumların başından herkesi görevinden aldı. Yerlerine, tüm kadrolara Müslüman Kardeşler üyelerini atadı. Kültür kurumlarının bile yöneticilerini bizzat Mursi değiştirdi. Bunların her biri birer darbeydi. Sonunda hâkimler greve gitti. Kaos çıktı. Görülmemiş büyüklükte kitlesel protestolar oldu. Ordu, ABD Büyükelçisi “Sakın Mursi’yi görevden almayın” demesine rağmen yönetime el koydu.
Kahire’de duvarlarda sık sık “Devrim sistemi değiştiremedi ama halkı değiştirdi” sloganını görürsünüz. Mursi, Sisi ya da başkası. İşler değişmedi. Felaketin sebebi aynı liberal politikalar sürüyor. ABD başta omak üzere emperyalizm tarafından destekleniyorlar, ama halk değişti. Artık eskisi gibi toleranslı olmayacaklar. Cesareti keşfettiler. Mübarek döneminde göstericiler duvarlara geceleri yazardı. Polis gündüz temizlerdi. Şimdi sloganlar gündüz yazılıyor, polis gece temizliyor. Yavaş da olsa bir hareket ilerliyor. İki yıl önce hiç program yoktu. Şimdi bir progam var. Sosyal ve ilerici güçler, doktorlar, yargıçlar, mühendis örgütleri, milliyetçiler, sendikalar, kadınlar ve gençlik organizasyonları birlikte hareket ediyorlar. Acil bekleyen adımlar var: İnsan hakları, siyasi haklar ve asgari ücret artışı en temel beklenti.

Türkiye: Lümpen kalkınması

Türkiye için “emerging market (gelişmekte olan piyasa)” deniyor. Türkiye ve Mısır aslında “gelişmekte olan batıklar (failure)”. Her iki ülkede de kayırmacı (crony) kapitalizm var. Devlette, hükümette tanıdıkları olanların özelleştirme ihalelerini kapattığı, köprüler, havaalanları inşa ettiği bir düzen. Ben buna “lümpen kakınması” diyorum. Bunlardan kurtuluş için siyasi devrimler lazım. Ulusal, halkçı ve demokratik hareketlerin yapacağı devrimler.

22 Ağustos 2014 Cuma

İsrail- Filistin çatışmasının yeni safhası diplomatik oyun

Tarihçi Immanuel Wallerstein, geçtiğimiz günlerde yeniden şiddetlenen İsrail-Filistin çatışmasının geçmişine bakarak, gelinen noktada çatışmanın diplomatik jestlerle ilerlediğin söylüyor. Orta vadede Hamas'ın bu diplomatik oyunu kazanma ihtimalinden bahseden Wallerstein'in olası sonuçlarda İsrail'in saldırılarına da devam edeceğini belirtiyor. sendika.org'da da yayınlanan makaleyi paylaşıyorum. 

Bugün İsrail/Filistin olarak adlandırabileceğimiz coğrafi bölgede neredeyse  yüzyıldır oldukça fazla oranda şiddet meydana gelmekte. Bölge, Filistinli Araplar ve Yahudi yerleşimciler arasında toprakları işgal etme hakkı iddiasına dayanarak süredigen bir çatışmaya tanıklık etmekte. Her iki grup kendi haklarına hukuksal dayanak ararken,  her iki grup da tarihsel öykülerini meşrulaştırmaya çalışıp,  kendi halklarından dünya çapında desteğin düzeyini artırmanın yollarını aramakta. Ve her iki grup dünya kamuoyunu kazanmanın yollarını arıyor. Jeopolitik gerçekliklerin değişmesi nedeniyle oyunun oynanma tarzı da evrim geçirdi. 1917′de İngiliz ordusu Osmanlı İmparatorluğu’na operasyon yaparak bu bölgeyi işgal etti, bunun ardından Filistin adı verilen ülke için Milletler Cemiyeti’nden manda elde ederek bir değişiklik meydana geldi. Ayrıca 1917’de işgalci İngiliz hükümeti Filistin’de Yahudi Ulusal Evi kurma hedefini öne süren Balfour Deklerasyonu’nu gündeme getirdi. 

“Ev” kavramı belirsiz ve bu tarihten itibaren anlamı tartışmalara konu olmuştur. 1920’lerde alınan bir dizi karar Manda yönetimini ikiye ayırdı. Biri en sonunda bağımsız olan Arap devleti olarak tanımlanan  Ürdün (şimdiki Ürdün). Diğeri ise Ürdün’ün batısı olan, farklı şekilde yönetilecek olan Filistin’di. 1947′de Birleşmiş Milletler, Ürdün’ün batı bölgesinin biri Yahudi diğeri Arap olmak üzere iki ayrı devlete ayrılması konusunda yaptırımda bulundu. Bu karar temelinde Siyonist liderlik 14 Mayıs 1948′de İsrail devletinin kuruluşunu ilan etti. Bunu, Yahudi devleti ve çoğunlukla Arap devletleri arasında daha yoğun bir şiddet içeren silahlı güçlerin de dahil olduğu ve sonucunda Birleşmiş Milletler’in daha önce ilan etmiş olduğundan farklı sınır çizgileriyle ateşkesle nihayete eren bir savaş izledi. 1967 ve 1973′te iki büyük savaş daha olacaktı. 1967′deki savaş İsrail’in Ürdün’ün batı bölgesinin tamamındaki fiili pozisyonuyla farklı sınır çizgileriyle sonuçlandı.

Çoklu savaşlar her iki grubun aldığı desteğin miktar ve karakterini değştirdi. Oysa, 1947′de dünyadaki Yahudiler arasında Siyonizm hala azınlıkta bir pozisyonu temsil etmekdeyken, 1967 ve kısmen 1973′teki savaşlar, daha sonra neredeyse sınırsız olan, tutumları değiştirmiş ve destek düzeyini artırmış gibi görünüyordu. Ve oysa her üç savaş da Arap devletleri tarafından yapılmış olsa da 1967′den sonra Filistinli Araplar kendi mücadeleleri üzerinde politik kontrolü elde etmeye çalıştı. Yeni temsil birimleri geniş bir yelpazeden Filistin hareketlerinin birleşiminden oluşan bir konfederasyon olan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) oldu. Üye hareketler arasında en büyük olan El Fetih lideri ise Yaser Arafat, FKÖ’nün başkanı oldu. FKÖ merkezini Beyrut’a kurdu. 1982′de İsrail’in silahlı güçleri Lübnan’a girdi ve FKÖ’yü yok etmeye çalıştı. Hamas’ı ve İsrail ordusu hazırda beklerken Sabra ve Shatila’da 2000′e yakın Filistinliyi ve Şii Lübnanlıyı katleden bazı Lübnanlı Maruni grupları kullandı. Hatta kurulan bir İsrail komisyonu Ariel Sharon’u ahlaki sorumluluktan mahkum ederek istifaya zorladı. BM güçlerinin koruması altında FKÖ liderliği Beyrut’tan Tunus’a taşındı. Savaş, gittikçe güçlenen ve 2000 İkinci Lübnan Savaşı’nda İsrail’i Lübnan’dan çekilmeye zorlayan Hizbullah adlı Lübnan Şii Hareketi’nin oluşmasına yol açtı.

İşgal altındaki Filistin içinde İsrail’in bastırmak için oldukça zor bulduğu iki tane ayaklanma (İntifada olacak) meydana geldi. Bütün bunlar Hamas ve İsrail arasında devam eden ve uzun bir süre devam edecek gibi görünen savaşın tarihsel bağlamını oluşturmakta. Askeri olarak Hamas İsrail açısında ciddi bir tehlike teşkil etmiyor. Ekonomik olarak İsrail makul bir durumda iken İsrail ablukası Gazze’nin her alanda derin kesintilerden muzdarip olmasına neden oldu. Fakat çatışma ilk olarak diplomatik alanda ortaya çıkmakta ve her iki taraf için de geçerli.

Ortadoğu'da yükselen bir güç olarak PKK

İspanyol gazeteci Manuel Martorell, cihatçıların son saldırısından sonra PKK'nın bölgede hegemonyasını geliştirdiği ve ABD'nin örgütü terör listesinden çıkarmasının bir işaret olduğunu ileri sürüyor. PKK'nın Şengal dağını savunması yanında son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kürt siyasetinin yüzde 10'a yakın oy almasının islamcı Erdoğan'ın oyununun bozabileceğini belirten yazara göre Ortadoğu'da çok kültürlü, demokratik bir siyasetin önünün açılması elzem bir durum. Martorell'in değerlendirmesini aktarıyorum.

Avrupa Birliği (AB) ülkeleri, cihatçılara karşı Kürt silahlı güçlerine destek verme kararı alarak pratik olarak cihatçıların önüne ilk engel konulmuş oldu. İslam Devleti'ne karşı mücadele eden bu farklı Kürt grupları arasında PKK'yla bağlantı gruplara da destek verilmesi önemli zira bu örgüt ABD ve AB'nin terörist örgütler listesindeydi. PKK, insanlık krizine dönüşen ve giderek uluslararası kamuoyunun tepkisine neden olan Şengal'ın  savunulması konusunda anahtar rol üstlendi ve yine Kürdistan özerk bölgesi sınırlarındaki Mahmur kampının koruma altına alınmasında da PKK rol üstlendi. Bunlarla birlikte Ezidiler'in yaşadığı Lalesh vadisinin korunmasında da PKK Kürt peşmergelere destek verdi. 

 Rudaw ajansı ve PKK'ya yakın haber kaynaklarına göre Şengal dağındaki mesele devam ediyor ve binlerce Ezidi ve Türkmen cihatçılardan kaçıyor. Halk Savunma Birlikleri (YPG) Suriye topraklarından güvenlik koridoru açarak cihatçılara karşı peşmergeyi savunma hattı oluşturmaya zorluyor. Sonuçta bütün bir bölgenini savunma kontrolü YPG'nin elinde kalmış durumda ve bu da PKK'nın asıl pozisyonunda kalmasını zora sokuyor. Meseleye şöyle de bakılabilir; PKK'nın Ezidilerin savunma sorumluluğunu üstleniyor olması olası bir uluslararası yardımın gerillaların kontrolünde gerçekleşeceği anlamına da geliyor.Öte yandan Türkiye'deki son seçimlerde (Cumhurbaşkanlığı seçimleri) Kürt siyasetinin neredeyse yüzde 10'a yakın oy alması ve de PKK'nın Suriye Kürdistan bölgesindeki hegemonyası düşünüldüğünde güç politikalarında değişim öngörmek de mümkün, kaldı ki PKK'nın yalnızca Suriye'de değil Kerkük ve Süleymaniye'de de sempatiyle karşılanması hatta Peşmergelerden PKK'ya katılanların olması da PKK'nın hegemonya alanını Irak'a da uzattığının işaretleri.

Açıkçası Şengal dağında yaşanan kriz yeni değil, neredeyse otuz yıldır yalnızca Kürtler değil Ezidi ve Aleviler baskı altında ve şu an mücadele için birleşmenin eşiğindeler bu da Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın islamcı projesinin sınırlarına işaret ediyor. Suriye ve Irak'ta devam eden siyasal kriz konusunda şu an ABD ve AB politik anlamda birlik oluşturmuş görünüyor ve cihatçılara karşı bölgedeki azınlıklar da biraraya gelmeye başladı bu durum da Doğu'da çok partili, demokratik bir yapının oluşmasına neden olabilir.


Sonuçta ABD'nin stratejisi çok basit; tıpkı Taliban'ın Afganistan'ı aşarak bölgesel bir tehdit haline gelmesinden sonra müdahale etti. Bugünlerde ise ABD ve AB'nin PKK'yı terörist örgütler listesinden çıkarmış olması , örgütün Ortadoğu'da önemli bir rol üstleneceğine işaret olduğu kadar, yeni bir politik sisteme de kapı açacaktır. 

17 Ağustos 2014 Pazar

Cihatçılara karşı 'kardeşlik'ten direnme çağrısı

İslam Devleti'nin Ezidilere yönelik saldırısının ardından bölgede yaşayan Kakai Kürtleri de olası bir saldırıya karşı hazırlık yapıyor. Ezidiler gibi köken olarak Heterodoks bir inanç temeline sahip Kakailer'le ANF muhabiri Halit Ermiş konuşmuş, paylaşıyorum.

Şengal’de Êzidî Kürtlerine yapılan katliamdan sonra cihatçıların olası saldırılarına karşı Kerkük’teki Kakai Kürtleri, öz savunma güçlerini oluşturdu. Kakailer, bir kaç yüz metre mesafede konumlanan çetelere karşı boyun eğmeyeceklerini, bedeli ne olursa olsun topraklarını koruyacaklarını belirtiyor. Kerkük’ün Dakuk nahiyesinde yaşayan yaklaşık 20 bin Kakai Kürdü gece gündüz nöbet tutuyorlar. Eli silah tutan herkes çetelere karşı şimdiden kendisini hazırlıyor.

Kakailerin bugün sayılarının ne kadar olduğu tam olarak bilinmiyor ancak Irak'taki nüfuslarının 75 bin dolayında olduğu tahmin ediliyor. Tıpkı Êzidî ve Şabak Kürtler gibi Kürdistan’ın değişik yerlerinde ve dağınık yaşıyorlar. Doğu Kürdistan’ın Kermanşah bölgesi ile Güney Kürdistan’ın Kerkük, Musul ve Hewler bölgelerinde yoğunluklu olarak yaşıyorlar.
İslam Devleti çeteleri Kakai yerleşim yeri olan Dakuk nahiyesine 1 km’lik mesafede konumlanmışlar. Buralarda bazı Arap köyleri çetelerin denetiminde bulunuyor. Kakailer her an bir saldırı yaşanabileceğinden endişe ediyor. Heterodoks bir dine mensup olan Kakailer, inanç olarak Doğu Kürdistan'daki Yarsaniler ile kardeşler. Kakailik ve Yarsanizm aynı zamanda Ehli Hak olarak da adlandırılıyor. "Kardeşlik" anlamına gelen Kakailik ile Êzidî arasında da çok benzerlik bulunuyor. Ezidilik gibi Kakailiğin de köklerinin Zerdüştlüğe dayandığı belirtiliyor.

16 Ağustos 2014 Cumartesi

Ortadoğu'da fay hatları kırıldı, Müslüman orduları talanda

Independent muhabiri Robert Fisk, ABD'nin cihatçıları bombalama eyleminin hem Irak'a hem de yüzyıl başında çizilen sınırlara dair bir ültümatom olduğu fikrinde. Ortadoğu'da fay hatlarının kırılıdığı ve kadim halkların müslüman ordular tarafından talan edildiğini vurgulayan Fisk'e göre ABD, Ortadoğu'nun kaderine mahkum edilen Filistinlierin yanına Ezidileri de ekleme niyeti taşıyor olabilir.



Halife El Bağdadi, çoğunluğu müslüman Şii'leri katlederken, Irak'a kanlı bir saldırı düzenlemek istememişti, zira ABD Başkanı Barack Obama, Hristiyan Ezidileri kurtarmak için 'soykırım kelimesini' kullandı . Bombalama, Filistinli sürgünlerin durumundan daha kötü bir hali içermez,  ABD Başkanı Obama'nın hipokrasi neredeyse bizi nefessiz bırakıyor, zira hala kelimelerin kullanımında korku seziliyor, bilhassa 1915'te Türkiye, 1 milyon 500 bir Hristiyan Ermeniyi katlettiğinde soykırım yerine 'G' (genoside) kelimesini kullanmayı tercih etti oysa ki El Bağdadi henüz böylesi bir katliama girişmemişken. Bu durumda Obama'nın başka bir yıla, mesela Müslümanların, Hristiyanları öldürmesinin 100 yılında konuşma yapmasını beklemek gerekir. 

Şimdi İslam Devleti'nin 'konvoyları' üzerine hava saldırısı düzenleyerek 'ABD, yardım etmeye gelmiş durumda', fakat yaklaşım Afganistan'da Talibana karşı mücadelede olduğu gibi ABD'lileri koruma iddiası da taşımıyor, en azından İslamcı 'konvoyları' masum görülemeyeceğini fark ettiler. Öte yandan dağ yamaçlarında yarı çıplak yaşayan Kuzey Irak'taki Kürtlere havadan yardım paketi atmalarının üzerinden neredeyse çeyrek yüzyıl geçti ve o operasyon Kürtler için 'güvenli bölge' oluşturma ve ABD, Britanya ordularının bölgeye yerleşmesiyle sonuçlanmıştı. ABD başkanı Obama, dostu, müttefiki Suudi Arabistan'ın Afganistan'da olduğu gibi Suriye'deki Sünni müslümanlar için yardım toplaması konusundan da hiç bahsetmedi. Canavar, Suudilerin elinde büyüdü ve ABD şimdi bombardımana başladı, bu iki yüzlü tavır içerisinde Suudi dostlarına ve Esad rejiminin düşmanını bombalıyor olması yalnızca bir rastlantı, onlar Bağdat'taki büyükelçiliğin varlığını söyleyip dursunlar.

15 Ağustos 2014 Cuma

Kullanışlı bir felsefe; Spinozacılık


Ulus Baker'in körotonomedya'da da yayınlanmış yazısını paylaşıyorum. 

 

Bir Hayat 


Spinoza, çağdaş yorumcularından Antonio Negri'nin yazdığı gibi çağının bir "anomali"sidir. Üstelik, 17. yüzyıl Hollanda'sı gibi bir başka anomalinin içinde yaşamaktadır -- din savaşlarıyla ve despotik-merkantilist rejimlerin iktidarları altında sarsılan Avrupa'nın "en özgür", dolayısıyla en hoşgörülü diyarı... Spinoza, üçüncü kez de anomalidir --o dönemin Amsterdam'ında, bir kaç kuşaklık bir geçmişe sahip, muhtemelen ya İspanyol ya da Portekiz göçmeni bir Yahudi ailesine doğmuştur. Çok değil 23 yaşında, dinsel ve ticari eğitim aldığı sinagog mektebinden, dahası cemaatten ve hayattan ihraç edilir. Başından geçen bir aforozdur --ve korkunçtur, çünkü hiç bir Yahudi genci, "doğal bir tüccar" olarak, onunla herhangi bir ticari ilişkiye giremeyecek, sokakta ona dört metreden fazla yaklaşmayacak, yazdığı hiçbir şeyi okumaya kalkışmayacaktır. Artık yalnızdır --Avrupa'nın en "özgür" ve "hoşgörülü" ülkesi Hollanda'nın sunduğu burjuva şanslarını tadabilen gruplardan Kolejlilere (Collegiantes) yaklaşır önce; ardından da Descartes felsefesinden etkilenen bazı entelektüel çevrelere... Amsterdam'ı, özellikle bir Yahudi fanatik tarafından uğradığı hançerli saldırının ardından terketmiştir --söylendiği kadarıyla, "hoşgörüsüzlüğün ne menem bir şey olduğunu" hep hatırda tutabilmek için, hançerle yırtılmış mantosunu da yanında taşıyarak. Tek geçim kaynağı öğrencilik yıllarında eğitimini aldığı "mercek yontuculuğudur". Seyyardır ve pansiyon benzeri yerlerde yaşamaktadır. Bir dönem kendisini koruması altına alan Van der Ende adlı bir Protestan esnaf ve düşünürün kızı Margerita'ya tutulmuş olduğu söyleniyor. Bu konular oldukça karışıktır ama Spinoza yine kişiliğine uygun bir anekdot vermektedir bize: Evlenmek üzere kızın babası ondan Hıristiyanlığı seçmesini talep etmiş, o ise reddetmiştir... Olayın "gerçek" olması pek muhtemel değildir, ama Spinoza'nın öz yaşamöyküsünün temel bir özelliğini dışavurmaktadır: Bağımsızlık ve zihinsel özerklik... Asosyal biri asla olmadığı için, yavaş yavaş, kendi düşüncelerini yayabildiği bir dostlar ortamı oluşur çevresinde --her meslekten, tiynetten, dinden ve dilden insanlar; hekimler, esnaflar, zanaatkarlar, düşünürler, matematikçiler, tüccarlar... Düşünceleri yavaş yavaş gelişmeye ve yetkinleşmeye başlamıştır --Descartes felsefesini tartıştığı Kısa çalışma'sı ile ilkeler'i... Ardından, Ethica'sını yazmak üzere yarım bırakacağı De Emendatione Intellectus (Zihnin Tamiratı Üstüne) adlı kitabı... Bu kitaplar "kamuya açık" kılınmazlar --bilindiği gibi, sahte adla yayınlanmış Tractatus Theologicus Politicus'undan (Tanrıbilimsel ve Siyasal Otorite Üstüne Çalışma) başka hiç bir kitabı sağlığında yayınlanmadı. Çalışmaları, yine de "dostlarının malıdır." Yavaş yavaş ün kazanmaya başlar. Düşünceleri Avrupa ölçekli yayılmakta ve lanetlenmektedir. O sıralar Prusya Elektörü'nün üniversitesinde, özel hoca olarak ve iyi bir para karşılığında ders verme üzere bir davet alır: Bir Spinoza anekdotu daha --elektörün danışmanı Fabritius, "değerli bay Spinoza"nın "kamusal olarak kurulmuş düzene ve resmi kamusal dine aykırı düşen öğretilere" rağbet etmeyeceğinden "emindir". Spinoza ise nazik cevabında teklifi reddederken anlaşılan bundan hiç de "emin" değildir: "Majestelerinin 'kamusal olarak kurulu' öğretilerinin "sınırlarının" nereye kadar düşünmesine izin vereceğinden, "kamusal olarak ders vermesinin" kendisini adadığı düşünme ve felsefe çabasından ne ölçüde feragat etmesini gerektireceğinden asla "emin" değildir. ıkincisi, anlaşılan Elektör hazretleri Spinoza'nın düşüncelerinin "gelecekte ne olacağını" daha şimdiden "bilmektedirler". Bu yüzden kalkıp gelmesine gerek yoktur. Son olarak, "görüşlerini ve öğretilerini yayma şansı" kendine tanındığı için verdiği dersler karşılığında para alması hiç de yakışık almaz. Öğrencilerinden para almaması gerekir bir öğretmenin, aksine onlara para vermelidir... Ve Spinoza'nın cebi her zaman delik olmuştur...

11 Ağustos 2014 Pazartesi

İslam Devleti ve Türkiye'nin düzen kuruculuktan kovulması


YDH (Yakı Doğu Haber Ajansı) yazarı Alptekin Dursunoğlu, 'İslam Devleti'nin son saldırılarının bölgedeki durumu nasıl etkileyeceğini değerlendiriyor. Süreci, Arap isyanlarından başlayarak Sykes- Picot'un güncellenmesi analizinden yola çıkan yazar, Türkiye'nin arabuluculuktan, düzen kuruculuğuna ve son olarak düzen dışına nasıl çıktığını aktarıyor. Bölgede 'kontrolünü kaybetmiş zayıf ve çalkantılı siyasi iktidarların' öne çıktığını ileri süren yazara göre; Türkiye'nin de dahil olduğu politik manevralar Irak-Suriye sınırını ortadan kaldırabilecek hale getirmiş durumda. Analizi paylaşıyorum.


IŞİD’in Musul’u ele geçirip ‘İslam Devleti’ ilan etmesinden sonra yaşanan gelişmeler, bölgenin son yüz yıllık siyasi haritasını belirleyen Sykes-Picot anlaşmasının ‘işlevini yitirmesinin bir sonucu’ veya ‘yeniden güncellenmesi’ olarak okunuyor. Sykes-Picot’nun işlevini yitirdiği düşüncesi ile güncellenmekte olduğu tezleri, şu an paralel gibi gözükse de aslında bunlar ‘Arap Baharı’na dair iki zıt okuma biçimini ve politik tutumu yansıtıyordu.
Arap Baharı ile Sykes-Picot’yu doğrudan ilişkilendiren bu iki tezden ilkine göre yabancıların çıkar paylaşımına dayanan yüz yıllık bölge düzeni doğal ömrünü tamamlamıştı.
2011’den beri bölgede yaşananlar, “Sykes-Picot bölünmesinin” ve “Soğuk Savaş yıllarının statik iki kutuplu bölünmesinin” sona ermesinden ibaretti.[1]
Arap isyanları, bölge halklarının kendi iradesiyle yeni bir bölgesel düzen kurma talebinin bir sonucuydu. Dolayısıyla bu değişim sürecinin bir parçası olmamak “tarihin akışında kendine doğru bir yer biçememek”ti.[2]

Arap Baharı ile Sykes-Picot’nun yeniden güncellenmekte olduğunu savunanların tezi ise özetle şöyle:
“1. Bölgede olup-biten dış güçlerin bölge dizaynı ile ilgilidir ve aslında söz konusu olan ‘Yeni Sykes-Picot’dur.
2. Türkiye, ‘yeni Sykes-Picot’da Batılı güçlerin yanında yer almaktadır; Araplar, Osmanlı hâkimiyetinin yeni Türkiye üzerinden bölgeye yayılmasına karşıdırlar. Türkiye lider falan değildir, öyle olması Araplar tarafından istenmemektedir.”[3]


2010 yılının aralık ayında Tunus’ta başlayıp 2014 yılının haziran ayında Irak ve Suriye’de hilafet devletinin kurulmasına kadar yaşanan gelişmeler, birbiriyle doğrudan veya dolaylı sebep-sonuç ilişkisine sahip bulunuyor. Tüm bu gelişmeler, Sykes-Picot ile ilişkilendirilerek okunduğunda ise ikinci tezi haklı çıkaran sonuçlar doğurmasına rağmen, bunların tamamında birinci teze dayalı politik kararların etkili olduğu görülüyor. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Sykes-Picot’a atıfla Türkiye’nin birinci teze göre belirlediği resmi bölge politikasının vizyonunu şöyle açıklıyor:
“Sınırlara saygı gösteren, o sınırları, uluslararası hukuki sınırlar olarak hiçbir şekilde değiştirme düşüncesi veya parçalama düşüncesi olmayan ama aynen Avrupa’da olduğu gibi o sınırları anlamsız kılarak Orta Doğu halklarını buluşturan bir anlayışın takipçisiyiz. Ancak böyle Orta Doğu’da barış sağlanır.”[4] Özetle Türkiye’nin “Düzen kurucu”[5] rolü, bölgeyi Avrupalıların dayattığı Sykes-Picot düzeninden kurtarıp onun yerine bölgede Avrupa Birliği tecrübesine dayalı yeni bir düzen kurmayı öngörüyordu ve Davutoğlu’na göre bu, “tarihi akışın içinde o süreci yöneterek tarihi akışın aktörü konumunda olmak”[6] bakımından bir zaruretti.

Türkiye, ‘komşularla sıfır sorun’ sloganının geçerli olduğu dönemde bölgenin ihtiyaçları ile bölge dışının taleplerini buluşturan bir ‘arabulucu’ rolüne sahipti. Türkiye, 30 Ocak 2005’teki boykot kararından pişman olan Iraklı Sünnilerin siyasi sürece katılım seremonisine ve İsrail’le Suriye arasındaki dolaylı görüşmelere ev sahipliği yaparak ve İran’ı nükleer yakıt takasına ikna etmek için devreye girerek ihtiyaçları olan bölgenin de talepleri olan bölge dışının da güvenini kazanmıştı. Ancak Türkiye, tüm taraflara güven veren bu ‘arabulucu’ rolünü, 2011’den itibaren ‘düzen kurucu’ role dönüştürmeye başladı.