Recommended Post Slide Out For Blogger

25 Eylül 2014 Perşembe

ABD, cihatçılara neden müdahale ettiğini bilmiyor



Sosyolog Immanuel Wallerstein, ABD'nin koalisyon kurarak IŞİD'a karşı gerçekleştirdiği operasyonunu 'nasıl durdurabileceğini bir arabayı sürmeye' benzetmiş. Başkan Barack Obama aslında çaresizce, verdiği sözlerin aksine müdahaleyi yapmak zorunda kaldığını vurgulayan Wallerstein'in sendika.org tarafından çevrilen makalesini paylaşıyorum.

Başkan Barack Obama, ABD’ye bilhassa da Kongre’ye Ortadoğu’daki felaketi durdurmak için çok önemli şeyler yapmak zorunda olduklarını anlattı. Farz edilen problem oldukça bulanık olsa da yurtsever söylemler yükselmeye başladı ve nerdeyse herkes şu an için bu yönde hareket ediyor. Daha soğukkanlı bir zihin aslında onların, ABD’nin ortaya çıkmasında önemli ölçüde sorumlu olduğu bir durum hakkında etrafta çaresizce söylendiklerini görebilir. Ne yapacaklarını bilmiyorlar bu nedenle panikle hareket ediyorlar.
Açıklama basit. ABD ciddi bir düşüş içinde. Her şey ters gidiyor. Ve panik içinde, tıpkı sürdüğü güçlü arabanın kontrolünü kaybetmiş ve nasıl durduracağını bilmeyen biri gibi davranıyor. Bu yüzden arabayı durdurmak yerine hızlandırıyor ve büyük bir kazaya doğru sürüklüyorlar. Araba her yöne dönüyor ve patinaj çekiyor. Sürücü aracını kendi felaketine doğru sürüyor ama aynı zamanda dünyanın geri kalanına da felaket getirebilir.
Obama’nın ne yaptığı ve ne yapmadığına odaklanmış büyük bir ilgi var. Hatta Obama’nın en yakın savunucuları bile ondan şüphe duyuyor gibi. Financal Times’ta yazan Avusturalyalı bir yorumcu bunu bir cümlede özetlemiş: “2014’te dünyada Barack Obama’ya olan bıkkınlık aniden büyüdü.” Merak ediyorum acaba Obama da Obama’dan bıkmamış mıdır? Fakat bütün suçu ona atmak bir hata olur. ABD liderleri arasında neredeyse kimse daha mantıklı alternatif önermeler sunmuş değil. Hatta tam tersi. Obama’nın herkesi derhal bombalamasını isteyen savaş çığırtkanları da var. ABD’deki gelecek seçimleri kazanacak kişinin önemli bir fark yaratacağını düşünen politikacılar da bulunmakta.

New York Times’ta Obama’nın ilk döneminde ABD’nin anti terörizm danışmanı olan Daniel Benjamin’le yapılan bir röportajda nadir olarak duyulan aklıselim bir ses geldi. O sözüm ona IŞİD tehdidinin, kabine üyeleri ve üst düzey askeri yetkililerinin her yerde gerekçelendirilmemiş uçuk terimlerle tanımlamalarıyla birlikte tam bir “saçmalık” olduğunu dile getirdi. Onların söylediklerinin, sadece “doğrulanmış bir kanıta” sahip olmadan yetkililerin ve medyanın “kamuoyunu paniğe sürüklemelerinin” ne kadar kolay olduğunu gösterdiğini savundu. Fakat Bay Benjamin’i dinleyen kim?
Şu anda, anketler iki Amerikan gazetecinin hilafet tarafından kafalarının kesildiği korkunç  fotoğrafların yardımıyla ABD’nin askeri harekât için gerekli desteği sağladığını göstermekte. Fakat bu ne kadar sürecek? Destek somut sonuçlar olduğu sürece devam eder. Hatta Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey, askeri harekâtın en az üç yıl süreceğini savundu. Üçü beşle çarparsanız bu harekatın ne kadar süreceğine daha yakın bir sonuç bulursunuz. Ve ABD kamuoyunun da inancını çabucak yitireceği kesin.

16 Eylül 2014 Salı

William Wallece'ın torunları bağımsız mı olacak?


Independent muhabiri Robert Fisk, temel soruya  baştan soruyor; İskoçya'nın bağımsızlığı neden İrlanda'nın bağımsızlığından farklı olsun ki? İrlanda'nın bağımsızlığı nasıl Büyük Britanya'nın gölgesinde anlamını yitirmişse Fisk'e göre de İskoçya'nın talebi de öyle olacak.
İskoçya'da bağımsızlığa dair referandumu 'evet' diyenler kazanırsa, yazara göre;  İskoçyalılar 'öyle olmadığını bildikleri halde bağımsız olduklarında ısrar edecekler.' Fisk'in sendika.org'da da yayınlanan makalesini paylaşıyorum. 


Birleşik Krallık’tan son ayrılma sancılı ve sertti ama uyum ve refahla sonuçlandı. Öyleyse İskoçya’nın bağımsızlığı neden farklı olsun? Ana karadaki Birleşik Krallık vatandaşlarının yüzde yetmişi bağımsızlığa 'evet' dedi, Birleşik Krallık’tan ayrıldılar, kendi hükümetlerini kurdular ve yerel yönetimler bağlılıklarını yeni devlete devretti. Fakat hala Birleşik Krallık sınırından ekspres trenine binip bağımsızlığını ilan etmiş ulusun başkentine pasaportsuz ulaşım sağlayabilirsiniz.

Yıllar sonra -bugün bile- posta kutularının üzerinde Kraliçe Victoria, Kral VII. Edward ve V. George’un baş harfleri bulunuyor. ”Kraliyet” kelimesi hala yerel otomobil kulüplerinin, yat kulüplerinin ve hatta ülkenin en iyi otellerinin ismini süslüyor, “Honi soit qui mal y pense” yazısı pek çok hükümet binası ve mahkemesinin üst kısmında yer alıyor. Bu yüzden İskoçya bağımsızlık referandumuna dair çok endişelenmeyin. 1919′da ve takip eden yıllarda bunların hepsi yaşanmıştı. Tabii, artık posta kutuları yeşil, vatandaşları ön tarafında altın arp bulunan AB pasaportu taşıyor ve para birimleri euro fakat İrlanda’nın kasabaları ve şehirleri biraz 1930′ların Britanyasını anımsatıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndaki tarafsızlığı sayesinde Alman hava kuvvetlerinin kentsel yıkım/yenileme programından kurtulan İrlanda – Cumhuriyet 1949′da ilan edildi- 18.yüzyıldaki kapı üstü pencereleri olan binlerce İngiliz, Georgia tarzı evleri ve Palmerston, Wellington, Victoria isimli sokaklarıyla böbürleniyor. Sokakların birkaç tanesine Wolfe Tone, Padraig Pearse ve James Connolly gibi zalimlerin adı verilmiş.
Başka bir deyişle, Birleşik Krallık’tan bağımsızlığını ilan edince hayat bitmiyor. 1922′de İrlanda Britanya’dan bağımsızlığını kazandığı gün, Birleşik Krallık bayrağı indi, yüzyıllar boyunca Britanya Majestelerine ev sahipliği yapan Dublin Kalesi üzerine İrlanda Bayrağı çekildi. (Elbette bir İrlandalı olan) Birleşik Krallık Genel Valisi onun yerini aldı ve elektrik şebekesine sahip olacak kadar şanslı olanlarsa yemek odasının yanındaki elektrik düğmesine basarak ışıkları açabilirdi; hayat bağımsızlıktan sonra da devam ediyor.

13 Eylül 2014 Cumartesi

Sürgün yollarında hayata tutunmak

 İspanyol gazeteci Daniel Iriarte, cihatçı saldırılarından kaçanlarla konuşmuş. Çoğu Ezidi olan azınlık mensupları bütün varlıklarını ardında bırakarak yalnızca hayatta kalmaya çalışıyor. Kimi daha güvenli bölgelere gitmeyi düşünürken, kimisi de doğdukları topraklara dönmek istediklerini söylüyor. Cihatçı saldırılarından kurtulanların hikayelerini aktarıyorum.

Mar Yusuf kilisesinin bahçesinde sanki senaryosu belli bir gösteri düzenleniyor; palmiye ağaçlarının gölgesine sığınmış insanlara kendilerine dağıtılacak su ve ekmeği bekliyorlar. Çoğu çocuk Hristiyan sürgünler İslam Devleti'nden kaçarak buraya sığınmışlar. Loay Korkis, ailesiyle birlikte Asuri kenti olan Bartela'dan kaçıp buraya gelmiş, Korkis'in ailesinden bazıları Peşmergeye katılmış, 'eğer zamanında yetişmeselerdi şimdi ölmüş olurduk' diyor Korkis. Korkis ailesine mensup 50 kişi 2006'da Bağdat'tan da kaçıp Bartela'da sıfırdan hayatlarını kurmuşlar ama şu an Mar Yusuf'un bahçesinde ellerinde birşey kalmamış halde yardım bekliyorlar. Loay elindeki iki siyah poşeti göstererek, 'elimizde kalan herşey bu, cihatçılar yanlarında götürdükleri dışında herşeyi yakıyorlardı'' diyor. Cihatçı gruplar bu yaz ayının başlarında Bağdat ve Irak Kürdistan özerk bölgesinin başkenti Erbil'e kadar uzanan toprakları kontrolleri altına alarak ilerlemeye başladı ve  yüzyıllardır farklı kültürlerin, azınlıkların içiçe yaşadığı bölge cihatçıların yarattığı düşmanlığın hedefi haline geldi. Qaraqosh gibi Irak'ta Hristiyanların yoğunlukla yaşadığı kentte olduğu Bartela'nın Asurileri, dağınık halde yaşayan Kakailer cihatçı saldırılarından korunmak için Erbil'e akın ettiler.

Herşeyi arkada bırakmak


Hussam Kiriakos, Kuzey Amerikalı aksanını bilecek kadar İngilizceye hakim olduğu için Bartela'da bir kontrol noktasında tercüman olarak çalışıyormuş. Ağustos ayının yedisinde kent İslam Devleti'nin eline geçince hızla oradan kaçmışlar. Kentten kaçarken yara bere almaktan kurtulmuş, 35 yaşından olmasına rağmen daha büyük gösteren  Mujlis Yusuf, cihatçıların eline geçince, tam 'herşey bitti yapacak birşey yok' diye düşünürken kente saldırı başlamış ve cihatçılar da Mujlis ve yanındakileri yüz bin dinar karşılığında  serbest bırakmış ama kilisenin güvenlik görevlisi Mujlis'in tek gözünü de çatalla oymuşlar. Mujlis'in karısı ve çocukları Bartela'da kalmış, kimi zaman 'onlarla konuşabildiğini' söylese de buraya gelemediklerini de ekliyor. Bartela'da kalan ailelere ise cihatçılar dhimma dedikleri adam başı 200 dolar 'koruma parası' biçimi,  o parayı verebilenlerin durumu ise şimdilik iyiymiş.

Süryani ve Rum Ortodoks kiliseleri sürgünden gelenlere ortaklaşa yardım edebiliyor ama Erbil'deki kilisenin etrafı haddinden fazla insanla dolu ve çoğu zaman insanlar tıpkı Mar Yusuf'da olduğu gibi banklarda, kilisenin duvarlarında uyumak durumunda kalıyor. Biz Erbil'e gelmeden iki gün önce (29 ağustos) ABD konsolosluğunun önünde, göçmen statüsüne geçmek ya da giderek kötüleşen durum karşısında koruma talep etmek için sürgünler büyük bir eylem yapmış. Bir öğrenci olan Maher Salem, 'Bartela'da işlerinin, topraklarının, evlerinin olduğunu ve Süryanilerin çoğunun varlıklarını İslam Devleti'ne bırakmaya yanaşmadığını ve dönmek istediklerini' söylüyor. Salem'in tersine Loay için sürgüne belki de İspanya'ya gitmek ve çocukları için yeni bir hayat kurmak çıkar yol olarak gözüküyor.

Beyaz Saray'ın cihatçıları petrol savaşlarını açığa çıkardı

İslamcı cihatçıların yarattığı asıl tehlike bölgedeki petro-doğal gaz hatlarının kontrolüne ilişkin çok uluslu gerilimi savaş noktasına getirmesi olamaz mı? Nabucco projesinin iptali, İran'ın Çin'le birlikte başka bir hat kurması, Suudi Arabistan'ın, İslam Devleti'nin illegal gaz satışından duyduğu tedirginlik, gerilimin ortasında yanlış kartlara oynayan Türkiye, bütün bür planı dizayn etmeye kalkan ABD... Gazeteci Nazanin Armanian, Ortadoğu ve Asya'daki gaz savaşını ve taraflarını analiz etmiş, aktarıyorum. 

1985 yılında ABD Başkanı Ronald Reagan, Taliban liderlerini çay içmek ve Trans-Afgan (Türkmenistan-Afganistan- Pakistan- Hindistan... TAPI) petrol boru hattının inşaasını görüşmek için Beyaz Saray'a davet etti. 11 Eylül'de sonra CIA'nin finanse ettiği aşırı İslamcı gruplarla ilişkileri bozmamak adına Pentagon, Körfez bölgesinde operasyona dahil oldu ve Çeçen, Iraklı, Suriyeli, Yemenli  birçok ülkeden İslamcıyı 'yaratıcı kaos' planına dahil ett,, plan aslında gaz boru hattının ve civar ülkelerdeki sistemlerin yeniden dizaynın adıydı.

Halihazırda dünyanın irili ufaklı birçok ülkesinin dahil olduğu 'büyük oyun' cihatçıların siyah bayraklarıyla Eurasia bölgesindeki enerji hatlarına yönelmesiyle ortaya çıkmış bir durum. Bunu bir şekilde Obama'nın Çin'e karşı savunma hattı oluşturması olarak değerlendirebilirsiniz yine İran ve Rusya'nın üzerine oturduğu 'mavi altın'ı dünya enerji piyasalarına sunma girişiminin önüne geçme olarak da görebilirsiniz. Rus gazının birincil müşterilerinin ekonomik resesyondan etkilenmesi, savaş rüzgarlarının şiddetlenmesi, öte yandan klsaik gaz üretim tekniklerinin değişmesi ( tigt gas- shale gas) temel üreticilerin pozisyonunu değiştirmese bile üretim alanlarını ve tekniklerini değiştirmeye zorladı. Mesela Gazprom, Total gibi şirketler 2007'deki projelerini askıya alarak yeni alanlara yönelirken, Katar, petrolünün yüzde 40'ını sattığı ABD'ye yeni bir petrol boru hattı açmaya meyletti.

ABD açısından savunma sanayisini ve ekonomiyi güçlendirmenin odağında Berlin merkezli Gazprom gibi Rus devlet şirketlerinin geliştirdiği 25 projenin askıya alınması önemliydi, ABD'nin bu atağına Vladimir Putin'in cevabı ise Çin'le 2018 yılına kadar etap etap geliştirilecek projeler ve bu projelere BRICS ülkelerinin de dahil edilmesi oldu, hali hazırda devam eden gaz savaşına bakıldığında Kremlin'in neden Esad'ı desteklediği de anlaşılıyor. Gaz savaşlarına dair değişen başka bir nokta ise, Katar, Suudi Arabistan petrol boru hattının olduğu kadar 2016'ya kadar işlemesi öngörülen İran-Irak-Suriye petrol hattının da işlevsiz kalması.

12 Eylül 2014 Cuma

Suudi Arabistan, cihatçılardan desteğini neden çekti?

Bilinen hikaye şu; ABD, Afganistan'da SSCB'ye karşı islamcı militanları organize etti ve bu organizasyonun en önemli destekçisi de Suudi Arabistan oldu. Politik olarak inkar edilse de ABD'nin siyasal islamı, Sovyetler ve de ulusalcı Arap iktidarlarına karşı kullandığı da biliniyor. Bilinmeyen ise ABD'nin ve Suudi Arabistan'ın neden bu destekten vazgeçdiği. Fransız yazar Thierry Meyssan, Suudilerin keskin viraj alarak cihatçılara desteği nasıl çektiğini anlatmış, aktarıyorum.

Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi, devletlerin yardımları devam ederken İslam Devleti'nin yayılmasına karşı çözüm konusunda ittifakla karar aldı. Cihatçıların yalnızca son zamanlardaki olaylar için değil, Irak topraklarına ABD American Motors yapımı Hummer jepleriyle girdiklerini ve ellerinde Ukrayna yapımı silahlar olduğunu herkes biliyordu. Yine insanlara cihatçı grupların eylemlerini internetten, televizyondan kolayca yayıyor olabilmeleri şaşırtıcı geldi ama düzenek tamamen Fort Bragg yapımıydı. Herşey bu kadar açık ama ABD kongresinin ocak 2014'te Nusra, Irak Şam İslam Devleti gibi örgütlerin finansmanı hakkındaki toplantısının Reuteurs dışında yayınlanmadığını ve o haberin de inkar edildiğini  ve 6 şubatta, ABD'nin Polanya'daki bir toplantıda Avrupalı ülkelere Irak'a savaşmaya giden cihatçıların ülkelerine dönüşünü yasaklamasına dair telkinde bulunduğunu da hesap edin. ABD'nin tüm bu girişimlerinin ardında yatan ise cihatçıların Irak'ta daha fazla güç elde etmesinin önüne geçmekti.

Uluslararası gözlemcilere göre cihatçıların Irak'ta zalimane eylemleri ve bu eylemlerde uyguladıkları şiddet, Suriye'de son üç yılda yaptıklarıyla kıyaslanamayacak kadar farklı, öte yandan cihatçıların şiddetle ilişkisi de yeni değil. Örneğin 2012 şubat ayında Humus'un Babo Amro mahallesinde kurdukları şeriat mahkemesinde 150 kişinin kafasını kestiler ve o dönem hiçbir uluslararası kurum olaya tepki vermedi, 2013 yılında Özgür Suriye Ordusu'na bağlu Faruk tugaylarından bir militanın Suriyeli bir askerin kalbini söküp yediği görüntüleri de internette dolaşmıştı.

Halife Abu Bakr'ın yükselişi şüphesiz bu tip şidddet gösterilerinin sonucu. 2013 mayıs ayında ABDli senatör John McCain, Özgür Suriye Ordusu'nun (ÖSO) liderleriyle görüşürken Abu Bakr'da aynı toplantıdaydı.  Yine 17 Ocak 2014'te dönemin ÖSO lideri Salim İdris, gönderdiği bir mektupta ihtiyaçlarının Türkiye ve Fransa tarafından karşılandığını ve kendilerine bağlı birlikler arasında El Kaideci grupların da olduğunu yazıyordu.İşin ilginç tarafı 2014 ağustos ayında Suriye ve Irak'taki durumun değişeceğini NATO ve Körfez bölgesindeki birlikler biliyordu ama düşmanları henüz değişmemişti, soru aslında bu.

Brzezinski'nin cihat hareketi doktrini


Bugün Suudi Arabistan'ın ve bir ölçüde ABD'nin cihatçılara bakışındaki değişimi anlamak için 35 yıl öncesine dönmek gerekir. 1979'da Washington'da dönemin Ulusal Güvenlik Konseyi danışmanı olan Zbigniew Brezinski, Mısır'da Nasır'ı zayıflatan Müslüman Kardeşler'in varlığından yola çıkarak Asya'da Sovyet etkisini çerçevelemek için İslamcı siyaseti teşvik edilebileceğini öne sürdü. (Yeşil Kuşak teorisi) Brzesinki'nin İslam devrimi formülünün ilk uygulanış yeri ise Afganistan oldu. Komünist Nur Muhammed Taraki iktidarına karşı İslamcıları destekleyen ABD'nin amacı Ortadoğu'da ulusalcı ya da Sovyetler etkisindeki ülkelere karşı İslamcı organizasyonlar oluşturmaktı ve sonuçta cihatçı gruplar Dünya Anti-Komünist Liga'sında da tanındı, Müslüman Kardeşler örgütü temsilcilerinin de olduğu Liga'da Usame Ben Laden'de Kızılordu birliklerine karşı mücadele için teşvik edildi. Öte yandan Brezinski'nin doktrinin zayıf halkası İran'da belirdi, Humeyni gerçek bir anti- emperyalist olarak çıkması ve şah iktidarının ertesinde kendi sistemini kurma isteği arzulanan hedeflerin gerçekleşmesini de engelledi. Brzezinski için şu an İslami hareket eğilimleri arasında iki fark çok belirgin olarak ortaya konmuştu; bir yanda 'iyi' sünniler- ya da işbirlikçiler- diğer tarafta ise 'kötü' Şiiler - ya da anti-emperyalistler- ve bu ayrımın belirginleştirilmesinde ilk adres de Suudi Arabistan oldu. 23 Şubat 1980'de dönemin başkanı James Carter'ın, 'ulusal güvenlik için Körfez petrolünün ve Suudi Arabistan'ın öneminin vurgulanmasının altında da bu niyet yatıyordu. 1980'de ABD tarafından yeni ittifakların belirginleşmesinin ardından cihatçılar yalnız Sovyet etkisindeki topraklarda değil, ulusalcı Arap hükümetlerine karşı da mücadele için toplanmaya başladı. Bu politikanın çıkmaza girmesi ise malum 11 Eylül saldırılarından cihatçıların suçlanması ve 2011 mayıs ayında Usame Ben Ladin'in öldürülmesine kadar geçen süreci kapsar. ABD o dönemlerde bile cihatçılarla işbirliğini inkar etmiş olsa da 2011'den sonra Libya ve Suriye'deki hükümetlere karşı politika geliştirme noktasında yeni bir süreç başladı.

'Barış için hakikatlerin aydınlatılması gerekir'

Kolombiya'da hükümetle, FARC-EP arasındaki barış görüşmelerinde gelinen aşamada çatışmaların kurbanları gündeme getirildi. Geçen haftalarda görüşmelerin yapıldığı Havana'da kurbanlar, komisyonla ve bir kısmı katliamlardan sorumlu askerler yüzleşme çağrısına uyarak biraraya geldi. FARC- EP, kurbanlar konusuna nasıl baktığını bugün detaylı olarak açıkladı, paylaştığım açıklama ise açıklamanın başlıklarını içeriyor. 

Hükümetle yapılan barış görüşmelerinin beşinci teması olan kurbanlar konusunda FARC-EP'nin temel prensipleri baz alarak 10 noktada topladığımız 'Çatışmanın Kurbanları ve Hakları', 'Rejimin Kurbanlaştırma Politikalarına Karşı Alternatif Politikalar' başlıklı ajandamızı sunuyoruz.

1-Çatışma süresince bütün hakikatlar aydınlatılacak.

2-Çatışmaların kurbanlarının hakları tanınmalı.

3-Politik orginazsyonlar içinde olanlar, sendikacılar, köylü hareketini destekleyen ve yerlilerin haklar tanınacak.

4-Çatışmalarda temel sorumlu devlet ve sistemin kendisidir, sorumluluğunu almalı bununla birlikte çatışmalar süresince gerillalar da kurbanlar karşısında sorumluluk üstlenir.

5- Çatışmalar sırasında kadınların durumuna dair pozitif ayrımcılık güderek, kurbanların haklarının iadesi için gerçekçi ve yararlı çalışmalar yapılması gerekir.

6-Çatışmaların kurbanlarının durumlarını iyileştirmek için özel bir fon oluşturulması hedeflenmeli.

7-Çatışmaların kurbanlarının ya da organizasyonlarının doğrudan politikaya katılması garanti altına alınması gerekir.

8- Çatışma kurbanlarının hangi şartlarda haklarının iade edileceği ve hangi araçların kullanlıacağı açıkça ve garanti verilerek ortaya konması gerekir. 

9- Anlaşılan garanti ve araçlar konusunda asla geri dönüş yapılamaz. 

10-  Sosyal ve politik olarak özür konusu temelde ulusal düzeyde uzlaşmayla mümkün olacaktır.

Şimdi çatışmalar konusundaki temel yaklaşımlarımızı ayrıntılandırıyoruz:

1. Çatışmalar sürecinde yaşananların aydınlatılması, tarihsel hakikatlerin halka anlatımı 

Kurbanlar adına hakikatlerin aydınlatılması için gerekli araçlar tedarik edilmesi gerekir. Bu noktada bizim yaklaşımımız sürecin hızlandırılması ya da resmi tarihin anlatısı karşısında hakikatlerin tarafımızca nasıl görüldüğünü ifade edilmesiyle birlikte nihai anlaşmadan bağımsız düşünülemeyeceğini belirtmek istiyoruz.  Hakikatleri araştırma komisyonu bu noktada çatışmalar sürecinde yaşananları aydınlatmak için temel bir nokta olarak öne çıkıyor ve bu komisyon tamamen bağımsız bir yapı olmalı, görevleri de şunlar olmalı: 

a) Uluslararası temel insan hakları ilkeleri ekseninde kurbanların durumunu aydınlatmaya çalışmalıdır.  b) Kurbanlara, çatışmalar süresince yaşananların nedenlerini açıklamalı ve kurbanlaştırma yaklaşımının gerçek sorumluları üzerine odaklanmalıdır. c) Komisyon, araştırmalar sürecinde kullanacağı kaynak ve araçları gerçek adaletin tesis edilmesi ve hakların iadesi temelinde düşünmelidir. d) Gelecekte kurumsal bir yapıya taşınabilecek bu komisyon başından itibaren uluslararası hak kriterlerine uygun davranmış olması da gelecekteki karakterini açığa çıkaracaktır.  e) Komisyon çalışmalarını geçerliliği ve ulusal anlamda uzlaşma nihai anlaşma çerçevesinde değerlendirilmeli.Bu noktada insan hakları müzesi, kayıplar için hafıza enstitülerinin kurulması da önemli bir araç olarak öne çıkmaktadır.

10 Eylül 2014 Çarşamba

Hınç, şiddet ve hasetin aracı olarak cihatçı köktencilik

 Cihatçıların gösteriye dönüşen eylemleri neyi gösterir? Batılı değerlere karşı kendilerini korumaya çalışan bir köktenciyle, kendileri dışında kimseye hayat hakkı tanımayan bu cihatçılar arasında ne fark var? sendika.org'da Engin Kurtay'ın çevirdiği makalesinde Sloven felsefeci Slavoj Zizek'in 'köktenciliğin yüz karası' dediği cihatçılar hakkında zihin açıcı fikirler öne sürüyor, aktarıyorum.

IŞİD’in (Irak-Şam İslam Devleti) son aylardaki yükselişi, ulus devletleri hor gören küresel sermayeye ve sömürgeciliğe karşı -I. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük güçlerin rasgele çizdikleri sınırları şimdi yeni baştan çizen- uzun mücadelede sanki yeni bir sayfaymış gibi izleniyor. IŞİD rejiminin istisnai yanı ise, yarattığı dehşet karşısında nasıl bir politika izlenmesi gerektiğine karar verilemiyor olması. IŞİD, kurdukları devletin öncelikli görevinin halkın refahını yükseltmek (sağlık, açlıkla mücadele) değil, kamusal yaşamı baştan aşağı din kurallarına göre düzenlemek olduğunu açıkça ifade etti. Egemen olduğu bölgelerde IŞİD’in insani felaketlere az ya da çok kayıtsız kalmasının da nedeni bu. Kabaca söylersek şu parolaya göre hareket ediyorlar: “Siz hele bir dininizi bulun, refah kendi kendini bulur.” IŞİD’in icraatını dayandırdığı iktidar nosyonu ile Michel Foucault’nun “bio-power” dediği ve genel refahı sürdürülebilir kılmaya yarayacak şekilde yaşamı düzenleyen modern Batı tipi iktidar nosyonu arasındaki fark da burada ortaya çıkıyor: IŞİD halifesi bio-power nosyonunu tamamen reddediyor.


Bu farka bakarak IŞİD’i modernliğin öncesinde mi konumlandırmalıyız? Bilakis. Modernliğe karşı uç bir tepki olarak görmek yerine, IŞİD’i bir sapkın modernleşme örneği olarak, 19.yy Japonya’sındaki Meiji “restorasyonu” (“restorasyon” ideolojisiyle imparatorun tam otoritesi altında hızlandırılan sanayileşme modernizasyonu) ile başlayan gerici (1) modernleşme örnekleri arasında konumlandırmalıyız [(1)profesörün burada kullandığı "conservative", "liberal" sözcüğünün antinomu gibi anlaşılan "tutucu" olarak değil, "gerici" olarak çevrilmelidir. Çünkü yazının devamında da görüleceği gibi profesör liberalizmin tutuculuğun zıttı olmadığını, her ikisinin de gericiliğe açılan ideolojiler olduklarını gösterir. İngilizce siyaset terminolojisinde "gerici" sözcüğünün belirgin ve yaygın bir kullanımı yoktur. Önerilen karşılıklardan "radical" ya da "fundamentalist", yazının başlığında da görüleceği gibi p rofesör'e göre -"gerici" olmak bir yana- ilkeli duruşuyla hakiki (authentic) siyaset üretmeye daha yatkındır. Tam karşılık olarak önerilebilecek "regressive" sözcüğü ise neredeyse tamamen kullanım dışıdır - Çevirmenin notu]

IŞİD önderi Ebu Bekir El Bağdadi’nin kolunda gösterişli İsviçre saatiyle çekilmiş o bildik fotoğrafı ibretliktir: Mali kaynaklarını ve web üzeriden yürüttüğü propagandayı çok iyi örgütlemiş olsa da, kullandığı bu ileri-modern yöntemlere rağmen IŞİD katı hiyerarşik sınırlar dayatamayacağını görerek öyle çok da tutucu (2) bir ideolojik-siyasal görüş ortaya koyamamaktadır [(2) Buradaki "conservative" ise olumlu anlamda olduğundan "tutucu" olarak çevrilmiştir: IŞİD eğer görünüşteki kadar ideolojik ilkelerine bağlılık anlamında "tutucu" olabilseydi köktendinciliğin "yüzkarası" olmazdı. Jan Hus; Peter Waldo; Erasmus; Luther gibi hakiki köktendinciler bu ilkeli tutuculuğa örnektir - Çevirmenin notu ]. Bütün katı, disiplinli, köktendinci görüntü arkasında örgütün yine de bir bocalama halinde olduğunu fark edebiliyoruz: dini kurallar IŞİD milislerinin hareket tarzında sanki temel unsur değil, yalnızca destekleyici bir araç gibidir. Resmiyette Batı sapkınlığına karşı savaşma ideolojisini işlerken, diğer yanda gösterişli orjiler, gasp ve soygunlar, toplu tecavüzler, imansızları işkenceden geçirip katletmek, IŞİD çetelerinin gündelik etkinlikleri arasındadır.

Daha da yakından bakarsak, IŞİD militanlarının her şeyi feda etmeye hazır görüntüsü de gerçekle pek örtüşmüyor. Friedrich Nietzsche Batı uygarlığının tutku ve bağlılıklardan uzaklaşmış bir Son İnsan tipine doğru yol aldığını uzun zaman önce tespit etmiştir. Hayal kurma yetisini yitirmiş, yaşam yorgunu, risk almayan, yalnızca rahatlık ve güvenlik arayan bir insan tipi: “Ara sıra biraz zehir: Bu, hoş rüyalar verir ve sonunda biraz fazlaca zehir, hoş bir ölüm getirir. Günlük küçük zevklerle, gecelik küçük zevklerle yaşarlar ama yine de sağlıklarına çok değer verirler. ‘Mutlu olmanın yolunu buldum’ der ve göz kırpar Son İnsan.”

5 Eylül 2014 Cuma

Ethica; bir hayat bilgisi kitabı

Ulus Baker'in daha önce Körotonomedya'da yayınlanmış yazısını paylaşıyorum.

Felsefenin büyük kitaplarının harikulade bir özelliği, hem "sokaktaki insan"ın okuyup anlayabileceği, hem de yalnızca işin "jargonundan" haberdar olan uzmanların, felsefecilerin deşifre edebilecekleri iki ayrı anahtarda, iki ayrı düzlemde yazılmış olmalarıdır. Spinoza'nın Ethica'sı işte bu tür kitaplar arasında yer alıyor. Onu sokaktaki insanın okuyup anlayabilmesi, bütün teknik okuma ve takip etme zorluklarına rağmen, yalnızca mümkün değildir, zorunludur. Marx'ın kendi eseri için söyledikleri, özellikle Spinoza'nın Ethica'sı için de tekrar edilebilir --de te fabula narratur, senin hikâyeni anlatıyorlar... Öncelikle 500-600 bildik ve sıradan "sözcük"ten oluşan bir kelime dağarcığını yeterli bulan bir eserle başbaşayız. Bunlar, Spinozacı felsefe tarafından örgütlenmiş hallerinden ve bağlamlarından bağımsız olarak ele alındıklarında, ne teknik ne de dile özgü uhrevi anlamlar içerirler --Tanrı, sıfat, töz, öz, günlük hayatın kavramlarıdırlar. Herkes, sevinç ile kederin ne olduğunu bilir ve hisseder. Sevgi sözcüğünü tanımadığını söyleyecek tek bir kişi yoktur. Üstelik kederi kedersiz biri, sevgiyi sevgisiz biri de kavrar rahatlıkla. Her insan, başka her insan kadar, fikirlere ve duygulara, heyecanlara sahiptir. Öyleyse Ethica'yı "anlayamamak" diye bir şey söz konusu olamaz.


Zaten, bütün belirlenimlerini içeriyor olmasına rağmen, eserine Ontoloji, Epistemoloji, Kozmoloji türünden bir başlığı yakıştıramayıp, Etik adını veren yine Spinoza'dır. Onun bu tercihine uyarak, eserini tam anlamıyla bir günlük yaşam pratiği kitabı olarak ele almaya özen göstermek gerekiyor: Bir hayat bilgisi kitabı... Orada yalnızca --herkesin doğal olarak hakkında bir fikre "sahip olduğu" --günlük hayattan, yaşam pratiğinden, tutkulardan, imgelemden, ve bireysel veya kollektif yaşamdan bahsedilmektedir. Buna karşın, ilk bakışta belki sokaktaki okuyucuyu dehşete düşürebilecek sunuluş biçimi (Öklid geometrisinde olduğu gibi, tanımlar, belitler, önermeler, kanıtlar olarak düzenlenmiş geometrik bir sunum içinde) çerçevesinde sürekli olarak Tanrıdan, Tözden, Sıfatlardan bahsedilmesi cesaret kırıcı olabilir.

Fluctuatio Animi 

Spinoza felsefesi, "ruhların dalgalanışı"nı siyasal yaşamın genel görünümü olarak, hatta tam bir model olarak ortaya atmakla başlar. Buna göre insanlar, kendilerine boyun eğdirebilecek kesin ve belirli yasalar bulunmadığında, böyle bir yasalı düzeni kendileri de üretmiş olmadıklarında, umutla korku arasında salınıp dururlar. Daha bu tesbit anında bile, Spinoza felsefesinin alabildiğine siyasallaştığı kesindir, çünkü önünde sonunda tarihe şöyle kabaca bir göz atmak bile, siyasal rejimlerin çoğunun bu iki duygunun kitleselleşmesine dayandığını gösterecektir: Tebalara verilen umut ya da yüreklere salınan korku... Umut taşıyan günlerinde insanlar mümkün olduğunca küstahtırlar; kalkıp işlerin pek de o kadar kolay olmadığını, bu umutlarının gerçekleşmesinin pekâlâ olanaksız olduğunu onlara söylemeye kalkışırsanız sizi hiç takmazlar, hatta hakaret ederler... Ama gün gelip talih döndüğünde ve gelecekleri konusunda kuşkuya, hatta korkuya kapıldıklarında, en saçma sapan nasuhat bile onlar için, içinde bulundukları kötü durumdan kendilerini kurtaracak bir sihirli değnek haline gelir. 

Filistin; çalınmış topraklardan bir devlet çıkar mı?

The Independent muhabiri Robert Fisk'e göre İsrail'in son saldırı sonrasında işgal ettiği topraklar bir hırsızlık eylemi olmakla birlikte Filistin devletine de elveda demenin başka bir açıklaması. 1948'de İsrail devletinin kurulmasından bu yana işgal edilen alanların genişletildiğini belirten Fisk'e göre eğer Mahmud Abbas, Gazze'yi kontrol edemezse Filistin'e elveda demenin vakti gelmiştir. Fisk'in sendika.org tarafından çevrilen yazısını paylaşıyorum.

Filistin topraklarının bir kısmı daha kaybedildi. Filistin’in dört bin dönümlük arazisi daha İsrail hükümeti tarafından çalınmışken -el koyma hırsızlıktır değil mi?- dünya bilindik bahanelerini uydurmaya devam ediyor. Amerikalılar bunun ateşkesi ”olumsuz etkilediğini’’ söyledi ki bu Meksika, Teksas’ın dört bin dönümlük büyük bir parçasını koparıp alsa ve ABD’deki kaçak göçmenleri için evler inşa etmeye karar verse vereceği muhtemel tepki kadar etkili değildi. Ama ”Filistin” (tırnak işareti kullanımı hiç bu kadar gerekli olmamıştı) 1993′te Oslo Sözleşmesi imzaladığından beri son otuz yılın en büyük toprak ilhakını yapan İsrail’in yaptığı yanına kar kalıyor.

İsrail Başbakanı İzhak Rabin ve El-Fetih lideri Yaser Arafat’ın el sıkışması, taahhütler ve bölgenin el değiştirmesi ve askeri geri çekilmeler, Kudüs, mülteciler ve geri dönüş hakkı gibi önemli şeyleri herkes birbirine işleri kolaylaştıracak derecede güvenene kadar erteleme azmi… Dünyanın her iki tarafa da mali cömertlik göstermesi boşuna değil, fakat en son toprak işgali ”Filistin”i sadece küçültmekle kalmıyor aynı zamanda Filistinlilerin hem İsraillilerle paylaşmaları beklenen başkentle hem de Beytüllahim’le ilişkisini koparmak için Kudüs çevresindeki beton çemberini genişletiyor

İsrailli Yahudi yerleşimi olan Etzion konseyinin bu hırsızlığı, haziran ayında üç Yahudi gencin kaçırılıp öldürülmesine ceza amaçlı olarak nitelendirdiğini görmek aydınlatıcı oldu. Etzion konseyi yaptığı açıklamada Üç gencin öldürülmesinin amacı bizlere korku vermek, gündelik yaşamımızı altüst etmek ve bu memleket üzerindeki (aynen bu şekilde) haklarımızın doğruluğunu sorgulatmaktı. Bizim yanıtımız ise yerleşim alanını güçlendirmektir” dedi. Böylece tarihte ilk defa “Filistin” toprakları güvenlik bahaneleri, toprak sözleşmeleri ya da tanrı öyle istedi diye değil intikam hırsıyla ele geçirilmiş oldu.

2 Eylül 2014 Salı

İslam Devleti ve Ortadoğu'nun değişen jeopolitiği

Tarihçi Immanuel Wallerstein, İslam Devleti'nin ilanından sonraki siyasal pozisyonları analiz etmiş. ABD'nin cihatçı grupları teşvik ettiği halde hava operasyonu yapmak durumunda kalması, Kürtler ve İran'ın hatta çekingen de olsa Türkiye'nin cihatçıların karşısında pozisyon alışı bölgenin jeo-politiğini etkileyecek gibi görünüyor. Wallerstein'ın analizini aktarıyorum.



Öyle görünüyor ki; İslam Devleti (eski IŞID) Ortadoğu'daki diğer gruplara göre korku yaratarak bölgenin bitmez tükenmez şekilde yeniden ele alınan jeopolitiği içerisinde de facto bir şekilde keskinleşmiş ittifaklar yaratacak gibi.  Birdenbire farklı niyetler olsa da İran ve ABD'yi Kürtler konusunda (Tıpkı Irak ve Suriye'de olduğu gibi) İsrail ve Türkiye'yi Suriye'deki Beşar Esad hükümetini, Batılı ülkeleri hatta Rusya'yı yan yana gördük. Bu durum,  bölgedeki Filsitin, İsrail ve Ukrayna'daki çatışmalardaki jeo-politik pozisyonları değiştirmez belki ama emin olun etkileme ihtimali yakındır.

Şüphesiz bölgedeki bütün aktörler orta vadede temel amaçlarını takip etmesi bakımından farklılıklar arz ediyor, bunu anlamak için ağustos ayının ilk gününden yarısına kadar geçen süredeki olaylara bakmak yeterli. Irak'ta Nuri Al Maliki hükümeti ABD'nin baskısı altında görevini bırakmak zorunda kaldı,  Ayetullah Ali Sistani, İran ve Kürtler temelde Irak'taki Sünni hükümete karşı ortak bir noktaya geldiler, peki bu niçin önemli? Çünkü hepsi içinde içeriden halifelik rejimine verilecek destek tehlike arz ediyor. ABD, Ezidilerin, Iraklı Hristiyanların  katledilmesine karşı hava operasyonu düzenledi ve özel birlikleri harekete geçirdi bu anlamıyla da de facto şekilde Esad hükümetine destek vermiş durumda zira cihatçıların Erbil'e girmesi ihtimalini şimdilik düşünmek dahi istemiyorlar.