Recommended Post Slide Out For Blogger

29 Ekim 2014 Çarşamba

Serakaniye'nin çocukları büyüyünce savaşa gidecek

Suriye'de şimdiye kadar ölen 2oo bin kişinin 2200'ü 10 yaşın altında. Serakaniye'de ise çocuklar sokakta savaş oyunu oynuyorlar ve çoğu Diyar gibi 18 yaşına girince YPG'ye katılma hayali kuruyor. Diyar'a göre babasına yardım etmenin  tek yolu da bu. İspanyol gazeteci Karlos Zurutuza'nın  Serakaniye'den izlenimlerini aktarıyorum. 

Duvarlar Suriye'nin kuzeyinde Serakaniye'deki çatışmalarda hayatlarını kaybedenlerin fotoğraflarıyla dolu. (foto: Karlos Zurutuza)  Ali Celil onları iyi tanıyor çünkü bütün bu ölülerin 13 yaşındaki oğlu Diyar'a yardım etmişlikleri var. Şam'ın 680 kilometre kuzeydoğusunda Serakaniye'de bir binadayız, Celil, bir adım geri çekiliyor ve kardeşi Abid hikayesini anlatmaya başlıyor.'Suriye'de bir çok çocuk akıl sağlığını yitirmiş durumda, gözleri önünde kafalar kesiliyor, bunları unutmaları imkansız.' Celil'in kardeşi ve on diğer gönüllü IŞİD'le çatışmalarda hayatlarını kaybetmiş, kayıp yakınlarının imdadına da otonom devlet yetişmiş.

YPG'nin sözcüsü Redur Xelil'e göre Kobane'den sonra en kanlı çatışmalar Serekaniye'de (Ras al Ayn) yaşandı. Serakaniye'de görüştüğümüz isimlerden birisi de Mahmut Raşid, iki kız on kardeşler, en büyüğü altmış yaşında olan Rashid kardeşlerin hepsi savaşta, kardeşlerinden birisi olan İbrahim, beş ay önce IŞİD'in eline düşmüş ve ondan bir daha haber alamamışlar. Rashid'in karısı çocuklar için giyecek toplamaya çalışıyor, dört günde 10 bin Suriye lirası (61 dolar) toplayabilmiş, kardeşlerle sohbetimiz üzerlerinde sarı yıldız olan YPG milislerin kamyonlardan atlamasıyla sona eriyor çünkü  toplanan yardımlar Kobane'ye gönderilecek. Her on dakikada bir manzara aynı şekilde devam ediyor, bütün bu karmaşa içinde Celil en çok hepatit hastası olduğu için evden çıkamayan 11 yaşındaki  oğlu Rojdar'la gurur duyduğunu söylüyor.

 Save the Children  bu yıl Suriye'deki çocukların durumu hakkında acil eylem çağrısı yapmıştı, ülkede hastanelerin yüzde 60'ı kullanılamaz halde ve geri kalanların yüzde 70'inde de doktor bulmak mümkün değil. Yalnız Halep'den 2 bin 500 doktor kaçmak zorunda kalmış, 120 ülkeden gelen gönüllü doktorların 36'sı hala çalışıyor ama onların söylediği ilk şey ise acilen çocuk hastalıkları için ilaç yardımı yapılması. BM İnsan Hakları Komisyonu temsilcisi
 Zeid Ra’ad Al Husein'e göre, Suriye'deki savaşta şimdiye kadar ölen 200 bin kişiden 2 bin 200'ü 10 yaşının altında.

Diyar'ın ağzından laf almak mümkün değil, babası 'hadi amcanla konuş, konuşursan seni internet kafeye götürür' diyor. Diyar, kafasını kaldırmıyor bile. Babası, sokağa çıktıklarında yalnızca savaş oyunu oynadıklarını söylüyor. Diyar 13 yaşında, ağzından çıkan tek söz ise beş yıl sonra YPG'ye katılacağı ve böylece babasına yardımcı olabileceği.

28 Ekim 2014 Salı

'Türkiye'nin Suriye açmazlarına vereceği cevap geleceğini belirleyecek'

Sosyolog tarihçi, Immanuel Wallerstein'a göre, Türkiye, IŞİD'a karşı aktif tavır alırsa bölgede Sünni gücün merkezi olabilir ama PKK'yla devam ettirdiği görüşmeleri askıya almak zorunda kalır ve İran'la kurmak istediği ilişkileri de unutması gerekir. Tersi şekilde ise PKK bölgede güç kazanır ve Türkiye bölgesel güç olma hayali suya düşer. Wallerstein'in 'Türk karmaşası' dediği şey, açmazlarla ilgili. Yazara göre yakın gelecekte Türkiye, pozisyonunu netleştirmek zorunda. Wallerstein'in makalesini aktarıyorum.


Ortadoğu'da olduğu gibi bölgenin dışında tabiki kendilerini sağlama almak için  bazı ülkelerin keskin virajlar alarak şüpheli ittifaklar kurmaya başladığına tanık olduk. Bu durumun yalnızca Suriye'yle ilgili olmadığı açık. Suriye'deki aktüel politikanın konumlanışı Esad rejiminin arkasında kimlerin olduğu, İslam Devleti'nin kimler tarafından teşkilatlandırıldığı ve de diğer İslamcı gurupların diğer iki gruba karşı mücadele edip etmeyeceği gibi üçlü bir alanda şekillenmiş durumda.  İslam Devleti'nin dışında kalan rejim karşıtı diğer İslamcıların orta vadede neler yapacağı belirsiz, tek belli olan diğerlerine karşı olmaları. Şüphesiz bu belirsiz ortam, bölgedeki aktörlerin de katılımıyla karmaşaya dönüşme ihtimali de var. Bu karmaşanın aktörleri ise açık bir şekilde Türkiye ve onun kadar öne çıkmasa da Suudi Arabistan ve ABD.

Türkiye, Suriye'yle uzun bir sınırı paylaşıyor. İktidardaki AKP, İslamcı bir parti ama İslami pratiklerle, dışında kalan fırsatları değerlendirmeye meyleden bir parti. AKP hükümeti, dış politika ekseninde NATO'yla birlkte davranan, öte yandan bölge açısından önemli olduğu fikri etrafında Avrupa Birliği'ne girmeyi ve dizginleri ele aldığı sürece Ortadoğu ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmayı arzu ediyor. Suriye'de iç savaş başladığında Türkiye aracı rol üstlenmeyi teklif etmişti. Geçiş sürecinden sonra ise  Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Esad'ın sözünü tutmadığını düşünerek, tam karşısında bir pozisyona geçti ve rejimin değişmesi gerektiğini vurguladı.

24 Ekim 2014 Cuma

IŞİD'in fantazisi Arap ulusalcılığını yeniden diriltmek mi?


Lübnanlı entelektüel Elias Khoury, Al Quds al Arabi'de yayınlanan makalesinde, IŞİD'in, Arap ulusalcılığını yeniden diriltip  Selefi fikriyle, petrol zenginliğini buluşturmaya çalışan bir araç olarak değerlendiriyor. Yazara göre Baas rejimlerinin sınırlarını ihlal eden IŞİD'in fantazileri bütün bir coğrafyayı mezarlığa çevirmeden durdurulması gerekir. Khoury'nin makalesini kısaltarak aktarıyorum.

IŞİD hakkındaki düşüncelerin doğruluğu her seferinde başarısızlığa uğrayarak, neredeyse dağınık bir yapı arzeden hareketin puzzle'ını anlamak imkansız hale gelyor ama bununla birlikte IŞİD'in yükselişine dair dört soru meseleyi anlamak açısından yararlı olabilir.


Öncelikle, ABD'nin ve Batılı devletlerin karşısında vahşi bir terör örgütü olarak sunulan El Kaide'nin parçalanmış bir yapısından söz ediyoruz. Savaşın senaryosu Batı'dan Doğu'ya kaydı Iraklı, Yemenli, Suriyeliler savaşın kurbanları olarak yardıma muhtaç hale getirildi. Fransa Başbakanı  Laurent FabiusUn Iraklı Hristiyanların ülkeye göçüne izin vermek istemesini bu ilişkinin parçası olarak okumak gerekiyor, IŞİD bu süreçte şeriat esaslarını uyguamak için vahşi eylemler gerçekleştirmeye devam ediyor. 



İkinci sorun Suriye'deki diktatörlük rejiminin IŞİD'e karşı bir üstünlük kurması, burada Halife Al Bağdadi'nin Suriye'devtoplumsal hareketlerin başlamasından çok önce ülkeye girdiğini hatırlatmak gerekiyor, Bağdadi ve kendine bağlı olan birlikler Suriye'deki rejime karşı mücadele edenleri yok etmekle uğraştı ve gelinen noktada Suriye savaşı artık Baas rejimiyle IŞİD arasında cereyan etmeye başladı. 

Üçüncü bir sorun ise Arap baharıyla başlayan hareketleri kendi adaletsiz, despotik iktidarlarına bir tehdit gibi algılayan petrol ülkeleri (Körfez ülkeleri) yarattıkları meddya ortamı ve finansal olanaklarla IŞİD'a destek verip, Sünni- Şii çatışması içerisnde taraflarını da belirtmiş oldular, burada Müslüman Kardeşler'in hayalini gerçekleştirmeyi arzulayan Türkiye'nin temel bir pozisyonda olduğunu da kaydetmek gerekir. 

Dördünci bir noktada ise Suriye'yle birlikte hareket etme eğilimine devam eden İran'ın konjoktürden yararlandığını belirtmek gerekir. Bunlarla birlite Gazze'dek kahramanca direnişi kırmak için, İsrail'in durumu kendi lehine çevirme girişimlerinden de konuşmak gerekir. Sonuçta IŞİD'ın yarattığı rüzgar, tıpkı Afganstan'da olduğu gibi bölgesindeki bütün perspektifleri alt üst ettiğinden bahsetmek gerekir. 

IŞİD'i 1967'de İsrail'e yenilen Arapların, 'gelişmeci' ideolojisini yenden canlandırmaya gönüllü olduğu ve bu yüzden Selefi fikriyle, petrol zenginliğini bir arada tutan ideolojinin aracı olduğuna dair Arap dünyasında bir fikir var, halife Bağdadi de bu konumlanışta Baas rejimlerinin baskıcı sistemini Wahabi fikriyatıyla buluşturan insan olarak tanımlanıyor. Burada düşünülmesi gereken bir şey var; İslam Devleti, Baasçı rejimlerin sınırlarını eritti ki bu aslında Suudi Arabistan'ın istediği bir durumdu, dahası Hindistan'dan Endülüs topraklarına kadar düşmanlarına karşı mücadele etmeyi görev bilen insanları biraraya getirdi. Onların kafasındaki nihai zafer fikrinin sınırı olan ise ABD'nin Musul ve Erbil'in düşmemesi için IŞİD hedeflerini bombalanmasıyla gerçekleşmeye başladı. 



İslam Devleti, Şii- Sünniçatışmasını en uçlara vardırmayı hedefleyeceği açık, İran'ı tehdit altında tutmak onlar gibi Suudilerin de gönlünden geçiyor. Öte yandan Ortadoğu'nun sorusu ise şu; bölgede yaşayan azınlıklar korunmadan hegemonya nasıl inşaa edilecek? Bir zamanlar Baas rejimlerinin yapmak istediğini  şimdi de IŞİD istiyor, onlar Arap ulusalcılığını yeniden yaratma fantazine girişmiş olabilirler ama ülkelerimizin mezarlığa dönüşmeden önce bu fantezinin sona ermesi gerekir.



22 Ekim 2014 Çarşamba

Türkiye'nin büyük oyununun kurbanı olarak Kobane

Irak ve Suriye'de araştırmalar yapan doktor Cyril Rousel, Kobani'nin cihatçılar tarafından kuşatılmasını Suriye'deki savaşın başka bir düzeyde sürdürülmesi olarak değerlendiriyor. Türkiye'nin Kürtlere karşı tehlikeli bir oyunun içinde olduğunu belirten Rousel'e göre Türkiye'nin asıl hedefi bölgedeki PKK etkinliğini kırmak. Yazarın makalesini aktarıyorum.

Son 24 saat içerisinde ABD öncülüğündeki koalisyon, Suriye'nin Kürt kenti Kobane'ye saldırılaran yapan IŞİD'e karşı bombardımanını artırdı. Şüphesiz bu durumun meydan gelmesinde kent düşmek üzereyken direnişi yaratanların etkisi var ama Türkiye'nin özellikle sınırını daha da sıkılaştırdığı bir dönemde PKK'yla münasebetine kıyasla daha az etkili bir duruma işaret ediyor.

Suriye'de uzun bir süreye yayılan savaş sürecinde çatışmaların içindeki aktörlerin farklılıkları görülebilir ama ulusal ve uluslararası düzeyde finansal ilişkilerin ulusal çıkarlara üstün geldiğinden bahsetmek gerekir. Doğu'da Çin ve Rusya ittifakına karşı Türkiye'nin pozisyonu, İran'ın Irak'a yaklaşımı ve bunlarla birlikte çeşitli çıkarlar nedeniyle Özgür Suriye Ordusu'nun desteklenmesi tamamen çıkar ilişkilerine göre şekilleniyor.


Bölgenin siyasi aktörleri neredeyse 2012'deki pozisyonlarına dönmüş vaziyette, tek fark Suriyeli Kürtlerin de oyunun içine dahil olması. Suriyeli Kürtler neredeyse iki yıldır, bölgede 'marjinal' bir konumda PYD ve kendisine yakın PKK tarafından desteklenerek, öte yandan Şam'daki rejimden ve de ona karşı mücadele edenlerden farklılaşarak varolmaya çalıştı. Tam bu noktada Türkiye'nin rolü öne çıkıyor, 2011'den bu yana muhaliflere açık destek veren Türkiye, pozisyonlar değişse de bölgedeki otonomiye izin vermeyeceğini belirtirken, politik olarak Afrin, Kobane ve Cizre kantonlarının da iç savaş içine çekilmesinden yana taraf tutuyor, buradaki asıl niyet ise Kürtlerin geliştirdiği projeyi yok ederek ardındaki asli düşmanı PKK'yla olan münasebetini istediği çizgiye çekmek.

Ankara'nın cihatçı guruplarla çıkar ilişkisi yarattığına dair birçok şüphe var, 2012'den bu yana özellikle Cizre kantonunda, cihatçıların Türkiye sınırına kullandığına dair şikayetler bu duruma yalnızca bir örnek teşkil ediyor, yine 2013'te Sarakaniye'de cihatçıların yardımına Türk araçlarının gitmesi de hafızalarda yer etti. 2013'den bu yana cihatçı harekete enternasyonal bir niteliğe bürnmüş durumda, içlerindeki Pakistanlı, Tunuslu ya da Libyalıların varlığı bir yana sınırları kullanarak Avrupa'dan gelen cihatçılara geçişte kolaylık tanıyan Türkiye bu enternasyonal durumun oluşmasında kilit rol üstlenmiş durumda. Tam bu noktada Türkiye'nin 2014 mart ayında Ermenileri yaşadığı Kessab kasabasının cihatçılar tarafından yine Hatay sınırı kullanılarak ele geçirilmesinde de rol oynadığını unutmamak gerekir.

21 Ekim 2014 Salı

Ukrayna'dan Ortadoğu'ya enerji savaşları ve ABD'nin istikrarsızlaştırma politikaları



ABD'nin Ukrayna'dan Ortadoğu'ya kadar bütün ilgisi enerji savaşlarında kontrolü elinde tutmak. Malumun ilanı bu durumun siyasi hali,  Trans-Atlantik anlaşmasının yani AB ve ABD münasebetlerine ilişkin müzakerelerin 2015'te sona erecek olması. Bugün Suriye'de ve Kürdistan'daki savaşın arkasında yatan asıl neden de bu. Mahdi Daurus Nazemroaya'nın analizini sendika.org'dan Bahadır Damatoğlu çevirmiş aktarıyorum. 

ABD serbest ticaret anlaşmalarında üstünlük elde etmek ve bu amaçla AB-Rusya ilişkilerini bozmak için elinden geleni ardına koymuyor. Öte yandan görece daha pahalı Amerikan doğal gazını almaları için Avrupa ülkelerini manipüle ediyor

(Ekim, 2008) Trans-Atlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) hali hazırda AB ve ABD arasında süregiden müzakerelerin esas konusudur. Aynı zamanda bir tür AB-ABD serbest ticaret anlaşmasıdır. TTIP müzakerelerinin süre bitimi olarak belirlenen 2015 yılı içindeki tarih de yaklaşıyor. Bu anlaşmanın amacı ise Trans-Atlantik Serbest Ticaret Bölgesi (TAFTA) ile tanımlanan serbest ticaret bölgesini kurmak, AB ve ABD’yi uluslar üstü bir ticaret bloğu olarak birbirine tutkallamak. Bu ticaret müzakereleri halkın gözünden ırak ve oldukça ihtiyatlı bir biçimde kapalı kapılar ardında yürütülüyor. “TTIP” adı siyaset ve ticaretin yüksek memurlarınca işin aslını örtbas etmek için seçildi. İşin böylesi bir gizliliğe büründürülmesinin sebebi ise, 2001 yılında Amerika Kıtası Serbest Ticaret Bölgesi (FTAA) görüşmelerinde olduğu gibi, müzakere karşıtı bir kamu tepkisinin patlamasını önlemek. Sözcük ustaları bunun bir serbest ticaret anlaşması olduğu gerçeğini gizlemek için hesaplıca TTIP adını seçtiler, tıpkı Ottawa’da, 26 Eylül’de imzalanan Kanada-AB Ticaret Anlaşması (CETA) örneğinde olduğu gibi.

Waşington, TTIP müzakerelerinde elini kuvvetlendirmek niyetiyle, AB üyeleri ve Rusya Federasyonu’nun ticari bağlarını zayıflatmaya çalışıyor. Waşington’un stratejisi Rusya ile bağların kesilmesini şart koşan anti-Rusya yaptırımlarını uygulatmak ve bu yaptırımlarla hem Rusya’yı hem de Avrupalı üyeleri ekonomik olarak zayıflatmak. ABD hesaplarına göre bu durum, zayıflamış AB’nin TTIP müzakereleri sürecinde Waşington’a daha fazla taviz vermesini sağlayacak.
Jeopolitik açıdan, bu hikaye Avro-Atlantik (Avro-Amerika) entegrasyonuna karşı Avrasya(Avro-Asya) entegrasyonunun hikayesi. Esas niyet; AB’deki Rusya etkisinin zayıflatılması, AB-Rusya ticaretini kuvvetlendirecek olası etkilerin azaltılması ve bu amaçla Avrupa’daki Rusların güçsüzleştirilmesi. Son dönemde ABD, TTIP müzakerelerine daha da yoğunlaştı. Çünkü ABD’nin korkusu o ki; Almanya gibi ülkeler Rusya ve Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerinin de içinde yer aldığı bir Avrasya alternatifini değerlendirmeye başlayabilir.
Ukrayna’daki kriz tam olarak ABD’nin ikili amacına, hem AB’yi hem de Rusya’yı zayıflatma amacına hizmet ediyor. Amaçlanan şey sadece NATO etki alanını genişletmek ve Rusya’yı çevrelemek değil aynı zamanda AB-Rusya ilişkilerine zarar vermek. Ukrayna kullanılarak hatta kelimenin sözlük anlamıyla sömürülerek hem Moskova ve AB arasında coğrafi anlamda bir gedik yaratılıyor; hem de Rusya’nın Avrupa güvenliğine karşı bir öcü, bir tehdit olduğu algısı oluşturuluyor.

20 Ekim 2014 Pazartesi

Kobane direnişi ve Ankara'nın 'değersiz yalnızlığı'



YDH Haber Ajansı yazarı Alptekin Dursunoğlu, Kobani direnişinin yerel ve uluslararası etkilerini analiz etmiş. 'Direnişle inisiyatifibni kaybeden IŞİD'le birlikte Barzani yalnız Suriye Kürt Ulusal Konseyi de etkisini yitirdi.  Uluslararası düzeyde ise ABD'nin Türkiye'ye rağmen PYD'yle doğrudan ilişkiye geçmesi de direnişin etkisi.' diyen yazarın makalesini paylaşıyorum.

Suriye’nin Ayn el-Arab, Kürtlerin isimlendirmesiyle Kobani kentindeki direniş, fiziksel çapıyla kıyaslanmayacak büyüklükte stratejik etkiler yaratıyor. Kobani’deki direnişin yerel, bölgesel ve uluslararası aktörlerin pozisyonlarını değişime zorlayarak yarattığı stratejik etki ise Suriye krizine yeni bir siyasi çözüm perspektifi sunacak ölçüde büyük gözüküyor. Kobani direnişinin yerel düzeydeki etkisi, IŞİD ve Mesud Barzani yanlısı Suriye Kürtleri Ulusal Konseyi’nde (ENKS) yarattığı inisiyatif kaybı ile ilgili.

IŞİD, Suriye’nin kuzeyinde PYD öncülüğünde kurulan üç özerk yönetimden biri olan Kobani’yi en bunlar arasındaki en zayıf halka olarak gördüğü için hedef aldı. IŞİD, hazirandan beri Irak’ta savaş şartlarını belirlemekten kaynaklanan inisiyatif üstünlüğüne sahipti. Bu sayede de Kobani’den çok daha büyük kentleri yıldırım harekatı ile ele geçirmekte zorlanmadı. Ancak Kobani direnişi ile IŞİD, ilk kez savaş inisiyatifini kaybetti ve savaşı YPG’nin belirlediği şartlarda kabul etmek zorunda kaldı. Bu ise yıldırım harekatı ile en geç 48 saatte zafer hedefiyle planlanan saldırıyı bir yıpratma savaşına dönüştürdü.

Kürt ulusalcılığındaki bölgesel liderlik veya belirleyicilik Mesud Barzani ve Abdullah Öcalan’ın etki alanlarına göre şekilleniyor. Celal Talabani liderliğindeki KYB ve Nuşirevan Mustafa liderliğindeki Goran Hareketi, Kürt ulusalcılığı bakımından güçlü partiler olarak gözükmekle birlikte her ikisi de sadece Irak Kürdistan Bölgesi’yle sınırlı yerel bir etkiye sahip. Barzani’nin Türkiye ve Suriye’deki Kürtler üzerindeki etkisinde ‘mali ve siyasi güç’ kavramları belirleyici olurken, Öcalan’ın bunlar üzerindeki etkisinde ‘ideoloji’ ve ‘mücadele pratiği’ gibi kavramlar öne çıkıyor.

PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde kurduğu özerk yönetimlere yerelde tek karşı çıkan aktör Barzani yanlısı Kürt Ulusal Konseyi’ydi (ENKS). Bu karşıtlıkta da iki temel etken belirleyici olmuştu.
1- ENKS, varlığını Suriye konusunda Ankara ile paralel bir perspektife sahip olan Barzani’ye borçluydu ve Barzani, Suriyeli Kürtlere Dostlar Grubu’nun tek yasal temsilci kabul ettiği Suriye Ulusal Koalisyonu çatısı altında bir kader çizmişti.
2- PKK ile ideolojik ya da siyasi paralelliğini gizlemeyen PYD, Suriye’deki vekalet savaşında denge taraflardan biri lehine açıkça bozulmadıkça ne Şam’ın ne de Ankara’nın belirleyici olduğu bir kampta yer almamayı tercih ediyordu.
PYD’nin Cezire, Kobani ve Afrin’de kurduğu özerk yönetimler, tarafsız kalınacak süre içerisinde varlığını koruma ihtiyacından doğmuştu.

14 Ekim 2014 Salı

Afganistan; yüz yılık işgal

Tarihçi, sosyolog Immanuel Wallerstein, Afganistan'da dış güçlerin yüz yıldı devam eden işgalini ve gelinen noktada Afgan halkına hiç bir yarar getirmeyen mücadele süreci üzerine makale yamış, paylaşıyorum.

Bu hikaye ne zaman başladı?  karar vermek epeyce zor. Modern tarih, 19'uncu.yüzyılda, Britanya ve Rusya'nın 'büyük oyun'un peşinde Afganistan'ı kontrol etmek istemesiyle başladığını söylemek mümkün.  Mücadelenin başladığında Britanyalılar, Afganların karşılık vermesinin daha iyi olduğunu ve bir hayalin peşinde olduklarını düşünüyordu. 1960'lı yıllarda 'liberal' hükümetin yeni anayasa sırayışında oyun yeniden başladı, hükümetin çabası başarısızlıla sonuçlandı ama bu sayede sağ ve solda yeni partiler kurulmuş oldu. Şimdiki Komünist Parti olan Afganistan Demokratik Halk Partisi'nin (PDPA) kadınlara eşitlik tanıyan laik hükümeti 1978'de devrilince 'büyük oyun' yeniden başladı ve rejimin destekçisi Sovyetler Birliği ile aktüel anlamda İngiltere'nin rolünü üstlenen ABD'nin desteklediği islamcılar arasında yeni bir mücadele başladı.

1979'da Sovyetler Birliği PDPA'ya destek vermek için askeri birlikleri gönderdi ve kontrolü sağladı, Sovyet birliklerinin 1989'da geri çekilmesi ardından da PDPA'nın 1992'de iktidarını korumayı başarıncaya kadar süreç devam etti. 1992'den sonraki dört yıl PDPA içindeki mücadeleye sahne olurken, bir grup Şeriat rejimini gelmesini, Mullah Ömer liderliğinde yeni bir anayasanın yapılmasını savunuyordu, şüphesiz Taliban'ın en hassas olduğu konular kadınlar ve eğitimdi.

2001 eylül ayı kaderi belirleyen bir dönemin başlangıcıydı. Taliban Afganistan'dayken, El Kaide militanları 'yılanın başı' olarak gördükleri ABD'ye tarihe 11 Eylül saldırıları olarak geçen eylemi gerçekleştirmişlerdi, bu kez dış güçlerin işgal nöbetini ABD devralmıştı. Bölgedeki jeo-politik konumlanmış oldukça karışık, ABD'nin öncelikli iibirliği yaptığı Pakistan ve Suudi Arabistan, Taliban'ı destekliyor, onları destekleyen ABD ise Taliban'a karşı operasyon yapıyor.  Tam bu noktada ABD stratejisine uygun bir isim olan Muhammed Karzai, başbakanlığı üstlendi, etkin bir Pashtun olan Karzai'nin etnik kimliğinden ötürü kalbi Taliban'dan yanaydı, zaten seçilmesinin ardından ABD'nin askeri rolü üzerine masaya oturmasının temel nedeni de bu.

9 Ekim 2014 Perşembe

Kobane direnişi ‘Büyük Buluşma’nın kapısını araladı


Sendika.org yazarı Ferda Koç, Kobane'ye destek eylemleriyle başlayan yeni süreci analiz ediyor, 'Türkiyede faşizm ve iç savaş varken Kürdistan'da demokratik uzlaşmanın mümkün olamayacağını' belirten yazarın makalesini kayıtlara alınması niyetiyle paylaşıyorum.

AKP-IŞİD koalisyonunun Kobane’yi işgal ederek Rojava devrimini ezmeye kalkışması ile birlikte Kuzey Kürdistan’da (Bakur) patlak veren halk ayaklanmaları Kürt hareketinde yeni bir sayfa açtı. Kürdistan’ı bölen devlet sınırları fiilen ortadan kalktı. Kürdistan’ın neredeyse bütün şehirlerinde polis denetimi elinden kaçırdı, sokaklar ve meydanlar isyancıların eline geçti. İsyancılar, PKK ve Öcalan dışında kimsenin inisiyatifini tanımayacaklarını ilan ederek yeni bir siyasi durum yarattılar. Başta Bingöl olmak üzere birçok şehirde isyancılar, Siyasal İslamcı çetelerle karşı karşıya geldi. Bazı kent merkezlerinde AKP ve SP binaları yakıldı, taşlandı. Kürt halkı Kobane’ye sahip çıkarken “Kürt gericiliğiyle” hesaplaşmayı da başlattı. İsyanın başında kurulan AKP- IŞİD eşitliği, Siyasi İslam’ın Kürdistan’daki bütün fraksiyonlarını içine almaya başladı. Kürdistan Devrimi’nin “iç savaş boyutu”, demokratik-laik Kürt hareketi ile “Kürt gericiliği” arasındaki bir savaş olarak şekillenmeye başladı.

AKP iktidarının Rojava devrimini ezme girişimi karşısında yalnızca Kürtleri bulmadı. Türkiye’deki AKP karşıtı cephe Rojava devrimiyle güçlü bir dayanışma yönelimine girdi. haziran isyanı ile Kürt hareketi arasında oluşan duygudaşlık, “Türk hareketi” ile “Kürt hareketi” arasındaki duvarlar, hem yoksul mahallelerde hem de büyük kentlerin merkezlerinde sarsılıyor. “Taksim”in yerine “Kobane” konularak atılan direniş sloganları, Kürt hareketinin siyasi ufkunu sınırlayan (Öcalan’ın deyişiyle) “sözde müzakere süreci”nin denklemlerinin yerini yeni siyasi denklemlere terk etmesinin artık günün görevi haline geldiğini gösteriyor.

Öcalan’ın 2013 Newrozu’nda “Barış ve Demokratik Çözüm Süreci” olarak adlandırdığı “Süreç”in, Erdoğan ve AKP tarafından “Kürt hareketinin tuzaklanması süreci” olarak planlandığı artık açıkça ortaya çıkmıştır. Karayılan’ın “AKP 2011’deki savaş konseptine geri döndü” biçimindeki belirlemesi, AKP’nin 2012’den beri Kürt hareketini “dolap”a sokmaya çalıştığı gerçeğinin kabul edilmesidir. Erdoğan, Suriye’deki iç savaşı körükleme stratejisinin başarısızlığa uğraması, Rojava Devrimi ve gerillanın alan hakimiyetiyle içine düştüğü siyasi krizi, yeni bir tasfiye stratejisini devreye sokarak aşma politikasını benimsemiştir. Erdoğan’ın bu politikayı uygulamak için benimsediği planın omurgasının, Kürt hareketini “masayla” oyalarken, Rojava devrimini Selefi çeteleriyle kuşatarak ezmek olduğu anlaşılmaktadır. AKP iktidarının bir türlü anlaşılamayan “Selefi aşkı”nın en önemli unsurunun Kürt düşmanlığı olduğu görülmektedir. Kendisini devlet iktidarına taşıyan “koalisyon ortağı” Gülen Cemaati’ne dahi tahammül edemeyen Erdoğan’ın Kürt muhalefetiyle “demokrat” bir ilişki içinde olması zaten mantıken mümkün değildi. Mantıken mümkün olmayanın gerçekte de var olmadığı Kobane saldırısıyla açığa çıkmış oldu. Özellikle yasal Kürt siyasetinde etkili olduğunu gördüğümüz “herkese faşist Kürde demokrat” bir iktidarın var olabileceği varsayımı da böylece çöktü.

8 Ekim 2014 Çarşamba

'Yeni halife Erdoğan, bölgesel savaşı tetikleyebilir'



Küba'nın eski Ankara büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal, 'yeni halife' olarak tanımladığı Recep Tayyip Erdoğan'ın 'tehlikeli bir oyunun peşinde olduğunu' ileri sürüyor. Abascal'a göre, 'Suriye'yi işgal etme hevesindeki Türkiye, İran ve Rusya'yı da çatışmaların içine çekerek bölgesel bir savaş ortamı yaratabilir. Abascal'ın makalesini paylaşıyorum.

Yeni Osmanlı halifesi Recep Tayyip Erdoğan, deli değil ama çok hırslı ve ateşle oynadığının da farkında. Suriye topraklarına asker gönderilmesine dair kararın parlamentodan geçirilmesini başarması da bu durumun ifadesi.
 
Arap coğrafyasında çatışmalar başladığından bu yana AKP, 'komşularla sıfır sorun' politikası ekseninde, ana güzergahını Esad hükümetinin düşürüşlmesi üzerine şekillendirdi. Türk hükümeti, ABD ve bağlı bulunduğu NATO'yla koordineli olarak öte yandan Körfez ülkelerinin desteğiyle Tekfirci terörist grupların silahlandırılmasına, onların sınırdan geçişlerine izin verdi. ABD'nin oluşturduğu koalisyonun ve Türk hükümetinin asıl hedefi Frankeştayn'a dönüşen IŞID'a karşı mücadeleden çok onları Suriye ve Irak'taki etkinliğini kırmak noktasında kaldı.
Türk hükümeti büyük bir arzuyla Suriye'nin işgal edilmesi ve bölgedeki petrol akışının Akdeniz üzerinden yapılmasını arzu ediyor, bu arzu doğrultusunda daha önceleri Sykes- Picot'la belirlenmiş haritanın değişmesi, Kerkük ve Musul'un dahil olduğu bölgelerde varlığını sürdürmesi temel politika halinde. Tam bu noktasa cihatçıların Türkiye sınırına doğru hareketlenmesi militanların düzenli ordu gibi davranması çok anlamlı. Irak'ta Tahran ve Şam'la ilişkisi olan merkezi hükümwtin provoke edilerek yeni bir iç savaşın tetiklenmesi söz ve cihatçıların Kuzey Irak'tak Kürtlerle karşı karşıya gelme olasılığı yüksek. Ankara, Kürdistan'daki çatışmanın Rusya ve İran'ın da içine çekildiği geniş bir alana yayılması gibi tehlikeli bir oyunun içerisinde. Öte yandan ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Türk hükümetini Tekfircileri desteklemekle suçladı, kimbilir ABD, başka bir Ortadoğu başkentiyle ittifak peşindedir, belki de İkiz Kuleler'e yönelik saldırının acısını da gömmeye hazırlanıyordur. Barack Obama hükümeti her ne kadar Suriye'deki hükümeti devirmeyi görev olarak addetmiş olsa da İsrail'deki Siyonist partiyle birlikte bölgede yarattıkları kanser hızla ilerliyor. Tek çözüm uluslararası haklara, halkların kendi yönetimine saygı duymak olmalıdır.

6 Ekim 2014 Pazartesi

Koalisyonun 'utanç saldırıları' Türk kurnazlığı ve Kobane direnişi

ANF Haber Ajansı muhabiri Sinan Cudi Kobane'deki gelişmeleri güel özetlemiş, 'Türkiye'nin planı, Kobane'nin düşmesi ve ardından tehdit algısını gerekçe göstererek Kobane'de tampon bölge kurmak' diyen yazarın makalesini paylaşıyorum.

DAİŞ çetelerinin Kobanê’ye yönelik saldırı planına katılanlar ve amaçları hakkındaki ayrıntıları her geçen gün daha da netleşiyor. 15 Eylül günü başlayan ve Kobanê’nin işgalini hedefleyen insanlık karşıtı örgüt DAİŞ saldırıları 21. gününde. 21 gündür YPG/YPJ savaşçıları ve Kobanê halkının sınırlı imkanlarla yürüttüğü direniş sayesinde şu ana kadar hedefine ulaşmayan bu planların merkezindeki güç ise yine Türk devleti.

DAİŞ’in haziran ayında hiçbir savaş ve çatışma olmadan Musul’u alması, Irak’ta büyük bir hızla ilerlemesi, Suriye rejimine ait bazı askeri üsleri ele geçirmesi ve nihayetinde Hewler’e gelip dayanması ardından harekete geçen uluslararası güçler DAİŞ karşıtı koalisyon kurarak aktif mücadele etme kararı aldı. DAİŞ karşısında mücadelesini Irak’la sınırlı tutan koalisyon, Şengal saldırılarına karşı büyük bir rol oynayan, DAİŞ’e karşı en sonuç alıcı mücadeleyi yürüten YPG’nin Suriye ve Irak’taki direnişinin yarattığı sonuçları bile sahiplenmeye çalıştı. Özellikle Şengal direnişi sürecindeki sınırlı hava saldırılarını gerekçe göstererek “Şengal kuşatmasını kırdık” şeklinde değerlendirmelerle başarıyı sahiplenmeye çalışan Obama’nın başında bulunduğu koalisyonun yaklaşık bir haftadır DAİŞ saldırıları nedeniyle kapalı durumda bulunan Şengal güvenlik koridoruna yönelik bir hava saldırısı düzenlememesi bunu açıklar nitelikte.

Sırf bununla kalsa yine iyi. DAİŞ çetelerinin Kobanê’ye yönelik saldırısının ilk günlerindeki verdiği sözlere rağmen 20 gündür içinde bulunduğu tutum da oldukça şüphe uyandırıyor. Evet, koalisyon çeşitli kanallar üzerinden YPG ile irtibat halinde. Çeşitli düzeylerde yapılan bu görüşmelerde YPG’nin Kobanê direnişine destek verileceği, bunun koalisyonun kuruluş amacıyla uyumlu olduğu, yer tespiti ve koordinat sağlanması durumunda gerekli katkının sunulacağı belirtildi. Ancak,  DAİŞ’le mücadele amacıyla kurulduğu iddia edilen koalisyonun yüzlerce araçlık konvoyların ve ağır silahların gözle dahi görülebildiği düz bir ovada sadece sınırlı birkaç hedefi vurması, yine Kobanê çevresindeki çete noktalarındansa Suriye içlerindeki merkezlerini vurması farklı yorumlara neden oluyor.

5 Ekim 2014 Pazar

Sarejova'dan Kobane'ye

EFE haber ajansı muhabiri Ilya U. Topper, Kobane'deki son durumu Sarejova'da yaşanan katliamın ışığında değerlendiriyor. Yazara göre, 'Kobane, son kurşuna kadar direnecek ama ne koalisyon güçlerinin sözde operasyonuyla ne de Türkiye'nin tarafsızmış gibi politikasına dayanarak. Topper'in yazısını aktarıyorum. 


Sarejova'da gazetecilik yapan nesle yetişemedim, daha sonraları 1990'lı yılların ortasında aralıklı olarak gittiğim Filistin'de iki savaş ortamı hakkında bilgi sahibi olmuştum ama Sarejova önemli bir dönemeçti; imkansız olanın ismiydi. İmkansızdı zira, Avrupa'nın ortasında zengin bir kültür, iki yıl boyunca uğradığı katlamlara karşı kimse harekete geçmiyordu.
Kobane, Sarejova değil. 60 bin kişinin yaşadığı bu Kürt kenti, Suriye, Türkiye sınırında ve kentte ne bir sinagog, ne bir kütüphane mevcut. Kent iki haftadır çevresinde insani çağrılara aldırış etmeyenlerin kuşatması altında. Washington'dan Paris'e, Ankara'dan Tahran ve Bağdat'a kadar kime baksanız hatta Şam yönetimi dahil, insanlığı tehdit eden IŞİD'a karşı birleşme çağrıları yapıyor ama kimse Kürt şehrini kuşatan katliamcılara karşı parmaklarını kıpırdatmaya dahi yanaşmıyor, tek iyi haber belki de ABD'nin IŞİD'a karşı 'savunma' operasyonu başlattığından bu yana cihatçıların ilerleyişinin durması. Hiç kimse parmak kıpırdatmıyor, oysa ki ABD'nin başını çektiği büyük cihat karşıtı büyük koalisyon söylenene göre hava saldırısına başlamıştı, işin gerçeği hava saldırısı Kobane'deki durumu değiştirmez. Konuştuğum Kürtler, 'hava saldırılarında tankların imha edilmediğini' söylüyorlar. Bu durumda ABD'nin savunma stratejisinin iyi bir durum içermediği ortada IŞİD'in Kobane'ye saldırmasına engel değil özetle.

3 Ekim 2014 Cuma

Türkiye ve İsrail, İŞİD'i doğrudan destekliyor


Information clearinghouse 'da yayınlanan ve aslında çeşitli medya organlarından derlenen bilgilere göre Türkiye ve İsrail, İŞİD'i doğrudan destekliyor. ABD'nin bir yandan cihatçılara karşı operasyona giriştiği bir ortamda akıllara gelen ilk soru ise; aslında neler olduğu. Blog yazarına göre amaç Suriye'de yeni bir savaşın adımları bunlar. Hafızalarda kalması için aktarıyorum.



Jerusalem Post'ta  iyayınlanan bir habere göre NATO üyesi ve ABD'nin müttefiki Türkiye, İslam Ordusu'nu (IŞİD) finansal olarak destekliyor. Today's Zaman'da yayınlanan başka bir haberde de Türk hemşirelerin cihatçıları tedavi etmekten yoruldukları bilgisi veriliyor. Pulitzer ödüllü gazeteci Seymour Hersh de Suriye'de kimyasal saldırının gerçekleşmesinde Türkiye'nin rol oynadığını yazdı.  Foreign Policy'de  yayınlanan bir makalede ise bazı cihstçıların İsrail hastanelerine taşındığı bilgisi veriliyor. BM Genel Sekreteri Bam Ki Moon, 15 sayfalık dökümanda 1974'den beri çatışmaların yaşandığı Suriye-İsrail sınırında, İsrail'in Suriye'de rejime karşı mücadele edenler için sağlık kampları kurduğunu teyit etmiş oldu, teyit edilen bilgiye göre şimdiye kadar 89 savaşçının tedavisi İsrail tarafından gerçekleştirildi hatta Başbakan Benjamin   Netanyahu şubat ayında Golan tepelerindeki hastanelerden birisini ziyaret etti.

Geçen ay The Times of Israel'de yayınlana bir haberde ise  şu bilgiler veriliyorÖzgür Suriye Ordusu savaşçılarının yakaladığı bir El Nusra militanının üzerinden İsrail'in yaptığı silah ve tıbbi desteğin videoları çıktı, daha sonra Youtube'da paylaşılan videoda daha sonra El Nusra tarafından kaçırılan Özgür Suriye Ordusu'ndan Sharif  As-Safouri'nin İsrailli yetkililerle yaptığı toplantıların görüntüleri de bulunuyor.Çeşitli yayın organlarında da teyit edilebilecek bilgiler birleştiğinde ortaya çıkan görüntü şu ABD, Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt, Türkiye ve İsrail, cihatçıların arkasında. Gerçekte ne oluyor? Öyle görünüyor ki asıl mücadele Suriye'deki rejime karşı yeni bir savaşa girişmek.