Recommended Post Slide Out For Blogger

29 Aralık 2014 Pazartesi

Bir gazetecinin deneyimleri; IŞİD militanlarıyla on gün


Antropolg David Graber, Rojava'daki deneyimle dünyanın neden ilgilenmediğini düşünerek, Rojava'ya gitmiş ve gördüklerini de aktarmıştı.  Benzer zamanlarda farklı bir niyeti ise 74 yaşındaki Alman gazeteci Jürgen Todenhöfer gerçekleştirmiş. Todenhöfer, 'yakından tanımak' için IŞİD militanlarıyla 10 gün geçirmiş ve deneyimlerini paylaşmış, şu an görüşmelerinden yola çıkarak  bir kitap hazırlığı yapan gazetecinin deneyimlerini aktarıyorum. 

Almanya'nın önemli gazetecilerinden Jürgen Todenhöfer, Suriye ve Irak'ın bir bölümünü kontrolü altında tutan IŞİD için, 'Batı dünyasının sandığından daha güçlü ve daha tehlikeliler' saptamasını yapıyor. 74 yaşındaki Alman gazeteci, Türkiye'den Musul'a gitti ve örgütün yöneticileriyle röportajlar yaptı ve görüşmelerini 'İŞID'la on gün' başlığı altında yayınladı.  Der tz  internet sitesi ise IŞİD tarafından idam edilen ABD'li gazeteci James Foley'le Bingazi'de (Lİbya) aynı otelde kalan Todenhöfer'le IŞİD'la karşılaşmasına dair notlara yer vermiş. 'Foley'in idamına dair videoyu korkunç ve kaygı uyandırıcı bulan Todenhöfer, 'İngiltere'den daha büyük bir alanı kontrol eden örgütle ilk karşılaştığında neredeyse her gün dünyanın birçok yerinden gönüllü savaşçıların geldiğini tespit etmiş. 

 Facebook  sayfasında , Alman Heckler & Koch MG3 silahlarının militanların elinde olduğuna dair fotoğraflara yer veren Todenhöfer, bu silahların bir gün Almanlara karşı da kullanılabileceğini düşünüyor. 16 Aralıkta Türkiye'den çıkan gazeteci Musul'da 5 bin militanın arasında ABD birliklerinin en çok bombalamak istediği karargahta kalmış önce, koalisyon birliklerinin bombardıman saldırısının da çoğunlukla sivillere zarar verdiğini görmüş. Todenhöfer'e göre 'Kur'anın hükümleri için ölmeye yemin etmiş militanlar, bütün dünyayı fethetmek istedikleri için bölgede etnik temizliğe girişiyor. Todenhöfer IŞİD militanlarıyla yaptığı görüşmeleri kitaplaştırmaya çalışıyor, 50 yıldır savaş bölgelerinde görüşmeler yapan gazeteci, Suriye'de bir yandan Esad'la diğer yandan El  Kaide militanlarıyla benzer şekilde Afganistan'da Karzai ve Taliban görüşmeleriyle farklı bir bakış açısı ortaya koymaya çalışıyor. Todenhöfer'e göre 'bir düşünceyi yenmek istiyorsanız önce onu tanımalısınız'. 





25 Aralık 2014 Perşembe

'Gıda üretiminde artış varken dünyada sekiz insandan birisi aç'


Yemek İşi - Gıdalarımızı Kim Kontrol Ediyor?  (El negocio de la Comida)  adlı henüz Türkçe'ye çevrilmemiş bir kitabın yazarı olan İspanyol sosyolog Esther Vivas, ülkesinde ve dünyadaki endüstriyel tarım politikaların vardığı sonuçlar üzerine bir röportaj vermiş. Malumu ilanı olan düşünceler bir yana süpermarketlerde şirketlerin ihraç ettiği ürünlerin hem sağlığı hem de tarımı nasıl etkilediğini, gıda üretiminde artış varken sekiz insandan birisinin aç olduğu dünyadaki durumu hatırlamak açısından önemli olan röportajda Vivas, çare olarak yerel tarımın güçlendirilmesi ve kooperatifleri adres olarak gösteriyor.

¿Dünyada gıda üretiminde artış varken, sekiz insandan birisinin aç olması nasıl açıklanabilir? 

Bolluğun olduğu bir yerde açlık kavramı durumu açıklamak için iyi bir örnek zira bugün tarımsal üretimi tamamen iş alanına dönüşmüş durumda ve para kazanmak esas haline geldi. Tarihte olmadığı kadar gıda üretildiği bir periyodu yaşıyoruz, Birleşmş Milletler'e (BM) göre dünya üzerinde her sekiz nsandan birisi parası olmadığı için bu üretilenleri tüketemiyor ve aç.

 Kitabınızda açlığın sebebini politikalar olduğunu belirtiyorsunuz...

Resmi açıklamalara bakarsanız açlığı yenmenini yolu daha fazla üretim yapmak. Bu yanlış. Problem üretimin az olmasında değil, problem demokrasi. Uzun bir zamandır yoksul, güney ülkelerinde açların durumu sosyal bir sorun olarak beliriyor ve politikaları da yakından etkiliyor. İspanya'ya bakın, süpermarketlerde yiyecek var ama açlık da yaşanıyor.Küresel kriz içerisinde gıda krizi üzerine çok az düşünülse de bu krizlerin içiçe olduğunu düşünüyorum. 2008'de emlak krizinden sonra yeni iş alanları bulunarak kriz geçiştirildi, eminim ki gıda için de böyle bir yol bulunabilir ama nasıl? Büyük şirketler daha fazla finans kaynağı yaratmak için ellerindeki çiftlikleri değerinden daha az fiyatla satarak bunu sağlamak isteyeceklerdir ve o durumda mısır, prinç gibi temel gıda fiyatlarında artış olacak. Bütün bunlardan sonra emlak balonu, gıda alanında da yaşanacaktır.


Ocak ayında AB, gıda sektöründe spekülatif sermaye oluşturulması konusunda bir limit belirlediklerini deklare etti, Katolaonya parlamentosu da buna dayanarak kimi yasaklamaları gündeme getirdi. Sizce bunlar krize çare olabilir mi? 

Hükümetlerin bu tür açıklaması değerli fakat politika değişimine yol açması anlamında yetersiz, zira gıda alanındaki spekülasyon devam ediyor. Buna bankaların (Banka Sabadell) gıda şirketlerine kredi vermesini örnek olarak gösterebiliriz. Bugün elektrik şirketleri dahi gıda sektörünün içeriside, gıda politikasının olmamasının bir sonucu bu, diğeri ise İspanya devleti genleri bozulmuş (trans-genik) tohumların kullanılmasına izin veriyor ve İspanya'da kullanılan tohumların yüzde 80'ini de Monsanto şirketi karşılıyor, dahası genleri bozulmuş tohum kullanımında Avrupa'da lider ülke olan hükümet sürekli çok uuslu gıda şirketleriyle lobby faliyetleri içerisinde.

Kobane; küçük kent, büyük kalp

Hawar Haber Ajansı, (ANHA) üç aydır IŞİD saldırılarına karşı direnen Kobane'deki gündelik hayatı yansıtan röportajlar yapmış. Silah seslerine rağmen oyunlarını kesmeyen çocuklar, birlikte ölmeye karar veren eşler, delik deşik olmuş bir evden diğerine geçerken yürüyüşüne dikkat eden savaşçıların yaşamlarının aktarıldığı haberi aktarıyorum. 

Suriye'nin Kobane kenti üç aydır özgürlüğü için mücadele ediyor ve henüz IŞİD bölgeye hakim olamadı. IŞİD'a karşı en yakın cepheden kentin iç mahallelerine kadar her yerde savaş devam ediyor. Mevziden bakan bir savaşçı, ateşi görünmesin diye sigarasını avucunda saklayarak yarım kilometre uzaklıkta bir yeri gösterek, 'IŞİD orada diyor, ona göre koalisyonun hava saldırıları nefes almalarını sağlıyormuş. 

Koalisyonun saldırıları başlamadan önce 45 gün YPG birlikleri IŞİD'la mücadele etti ve ihtiyaçlarını Türkiye'den karşılayan cihatçılar böyle bir savunma da beklemiyormuş. Kobani Kantonu'nun Başbakanı Enver Müslim, 'IŞİD'ı cesaretleriyle durdurduklarını daha sonra koalisyon opearasyonları ve akabinde Peşmerge kuvvetlerinin gelişiyle inisiyatifi ele geçirdik' diyor. Müslim'e göre IŞİD şu an psikoljik olarak çözülmüş durumda.

Kobane'de yaşayanlar YPG'nin her başarısından sonra kendilerini daha iyi hissetmeye başlamış. Kantonun savunma bakanı Şeyh Hasan, aralık ayının ortalarına doğru kentin yüzde 70'ini kontrol altına alacaklarını ileri sürüyor. 'Koalisyon güçlerinin saldırılarının  pozisyonlarını güçlendirmekle birlikte asıl savaşın karada sürdürüldüğünü' belirten Hasan, 'kış şartları daha da ağırlaştığında avantajı tamamen ele geçireceklerini ve bu yüzden sakin olduklarını' vurguluyor.


Aralık ayının soğu dışarıda hissedilmeye başlamışken 30 yaşındaki Letfiya Zelema kentin doğusundaki evinin avlusuna bir ocak yapmış zira evde ısınacakları bir kalorifer yok. Letfiya Kobane'de kalmaya karar veren yüzlerce sivilden birisi. Çatışmalar yoğunlaşınca birçok kişi Türkiye sınırının ötesine geçmiş ama o  gitmek istememiş. 'Başka ülkede ne yapacağız, Türkiye'de bize çingenelere bakıldığı gibi bakılacak' diyen Zelema burada ölmeyi tercih etmiş. Günlük ihtiyaçların karşılanmasını organize eden PYD'nin sağladığı yiyecek ve giyecekler dışında bunları alabileceğiniz bir dükkan bile yok ama çöplerin toplanması gibi gündelik çalışmalar da devam ettriliyor.


Kobane'ye gittiğimiz gün sokakta nöbetleşe bisiklete binen çocukları gördük, uzaktan gelen ateş seslerine rağmen oyunlarına ara vermiyorlardı. Zelema, 'duruma alışkın olduklarını' söylüyor, onun ailesinden birçoğu cephedeymiş zaten. 22 yaşındaki Ahmed İsmail'de savaşanlar arasında. Ahmed marangozmuş, çatışmalar başladığında evi yıkılmış o da önce hastanelerde yaralılara yardım ederek savaşın içine girmiş şimdi silah kullanan bir savaşçı durumuda. Savaşçılar duvarları delik deşik olmuş bir evden diğerine geçerken dikkatli olmak durumundalar her ne kadar sokak başları kontrol altında olsa da savaşçılar bu konuya çok dikkat ediyorlar. 50 yaşındaki Mahmud Saleh ve kendinden on yaş küçük karısı Jadiya Yusef, çatışmalar başlayınca Türkiye'ye geçmeye çalışmışlar ama sonra sınıra vardıklarında IŞİD saldırılarına karşı Türk askerlerinin birşey yapmadıklarını görünce dönüp  özgürlükleri için mücadele etmeye karar vermişler. 



Mahmut ve karısı küçük bir gaz ocağının etrafında oturmuşken karısı, 'eğer Türkiye'ye gitmiş olsaydım nerede kalabilrdim ki, öleceksek de birlikte ölelim' diyor. Mahmud ise , 'Kobane küçük bir kent ama burada büyük bir kalp taşıyoruz' diyor. Kobane'de yaşayanlara en çok cesaret veren konu ise Suriye'de IŞİD'a karşı direnen tek bölge olmuş olmaları, kentte yaşayanlar IŞİD'ın ideolojisi altında yaşamayı reddediyorlar ve bu inançla başarılı olacaklarını düşünüyorlar.

24 Aralık 2014 Çarşamba

Silvia Federici'yle dünya ahvali hakkında bir röportaj; devlet, kadınların denetimini erkeklere verir


Silvia Federici New York’ta yaşayan bir düşünür, öğretmen ve örgütçü. Nijerya’da yıllarca öğretmenlik yaptıktan sonra bir sosyal bilimler profesörü olarak çalıştığı Hofstra Üniversitesi’nde fahri profesörlüğü sürdürüyor. Federici, diğer birçok rolünün yanında, Afrika Akademik Özgürlükler Komitesi’nin ve Uluslararası Feminist Kolektif’in kurucularından. Evişi için Ücret kampanyasını örgütledi ve Midnight Notes Collective’in içinde yer aldı. Federici’nin en bilinen çalışması Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim, ilksel birikimin kapitalizmin temel bir özelliği olduğunu savunuyor. Federici'yle Ocuppied Times'da Eviçi emeğin sömürüsü ve bu temelde gelişen kadına yönelik şidde, kadın, çocuk ve yaşlı bedenlerin denetim altına alınması konularına değindiği zihin açıcı  röportajı paylaşıyorum.
Occupied Times Çalışmanız, özellikle de fabrika sistemi içinde, üretim ve yeniden üretimin optimum birimi olarak görülmeye başlandığı on dokuzuncu yüzyıl kapitalizminin bir yapısı olarak çekirdek ailenin ortaya çıkışına odaklanıyor. Çekirdek aileyi telafisiz şekilde geriletici ve dönülmez biçimde kapitalist ilişkilerle bağlantılı mı görüyorsunuz? Öyle ise, kendimizi bu normatif toplumsal yapıdan nasıl kurtarabiliriz?
Silvia Federici Çekirdek aile, çelişki üzerine kurulu bir toplumsal formdur. Yeniden üretimi sağlar ancak gelecek veya günlük sömürümüz açısından işçiler olarak. Bu denli baskıcı olmasının bir sebebi budur. Çocukken kapitalist iş disiplinini kabul etmeyi öğrendiğimiz yerdir. Ayrıca eşitsiz ilişkilerin de yeridir. Eviçi emek ve eviçi yaşam, kadınların karşılıksız emeği ve erkeğin bunu denetimi üzerine kuruludur. Çalışmalarımda sık sık işaret ettiğim üzere: ücret yoluyla sermaye ve devlet, kadınların çalışmasını denetleme yetkisini erkeklere vermiştir, bu yüzden eviçi şiddet toplumsal olarak kabul görür ve bugün bu denli yaygındır. Karınızı döversiniz çünkü evişini yapmamıştır. Örneğin, daima evişinin bir parçası olarak görülen cinsel ilişkiyi reddetmiştir. Feministler buna karşı mücadele verene dek, karınızın dövülmesi suç olarak görülmüyordu; aynı şekilde, çocukların dövülmesi de şiddet sayılmıyordu, toplumsallaşma süreçlerinin bir parçası olarak görülüyordu, çünkü çocuklar, çalışmadıkları için bedenleri ve beden bütünlükleri üzerinde denetime sahip sayılmıyordu. Resmi makamlara aile içinde de tecavüz diye bir şey olabileceğini kabul ettirmek uzun bir mücadele gerektirdi.
 
Çekirdek aile toplumsallığın ortadan kaldırılmasının bir aracı olageldi. 20 yy.da işçi sınıfı ailesi toplumun geri kalanından giderek daha izole bir hale geldi. Konut politikaları, banliyönün de oluşumu ile bu süreci hızlandırdı. Kendimizi aileden nasıl kurtarırız? Öncelikle bugün işçi sınıfı ailesi zaten kriz içinde, çünkü işsizlik, güvencesiz çalışma ve ücretlerdeki çöküş birçok genç insanın aile kurmayı ertelemesini veya bundan vazgeçmesini getiriyor ya da ebeveynleri iş peşinde farklı yerlere sürüklüyor. Aile sahibi olma hakkı, ki bu belirli bir seviyede yeniden üretim hakkıdır ve kölelik ile ücretli işgücü arasındaki farkı yaratan şeydir, giderek daha fazla tehdit altında. Fakat aynı zamanda, kan bağlarından ziyade dostça ilişkiler üzerine inşa edilen daha geniş aile türlerine de bir dönüş yaşıyoruz. Bu, sanırım takip edilmesi gereken bir model. Bir geçiş döneminde olduğumuz ve epeyce deneyin yaşandığı aşikâr, fakat aileyi – hetero veya gey – daha geniş bir topluluğa açmak, onu giderek daha fazla izole eden ve sorunlarına kolektif bir şekilde çözüm aramaktan alıkoyan duvarları yıkmak; işte sömürüye karşı direnişimizi güçlendirmek için almamız gereken yol bu. Çekirdek ailenin yok edilmesi / dışa açılması, direniş topluluklarının inşasına giden yol.

 Selma James ve Bell Hooks gibi diğerleri, hareketin siyah, trans ve işçi kadınların deneyimlerine olan körlüğünü ortaya çıkarırken, siz de sınıfsal ve ırksal önyargıları nedeniyle 1970’lerin kadın özgürlük hareketine eleştiriler getirdiniz. Feminizm içindeki tartışmalar ve mücadeleler bugün sıkça benzer bölünmelere odaklanırken, bu meseleler etrafında örgütlenmekten kaynaklı paylaşabileceğiniz pratik dersler var mı? Devrimci hareketlerin kadınların yaşamlarını etkileyen farklı farklı ve çakışan baskıları tanımasını ve bunlar üzerinden harekete geçmesini sağlamak için hangi yaklaşımların en etkili olacağını düşünüyorsunuz?

 En iyi yaklaşım, cinsel ve ırksal çizgilerle ayrıldığımız sürece daha adil bir toplum yaratma gücüne sahip olamayacağımızın farkına varmak. Daha spesifik olarak, kadınların sömürülmesinin bütünselliğine karşı mücadele vermezsek ve yalnızca sınırlı bir kadın grubunun yararına olan politikaların kavgasını verirsek, hiçbir ciddi toplumsal değişim elde edemeyiz. Örneğin, bedenlerimiz üzerindeki denetimin kürtaj hakkı ile tanımlanması ve dolayısıyla sterilizasyon riski altındaki veya ekonomik koşulları nedeniyle çocuk sahibi olamayan kadınların durumunun göz ardı edilmesi, feminist hareketi zayıflatmıştır. Öyle ki bugün yasal kürtaj bile bir meseledir ve birçok ülkede düşük gelirli kadınların erişimine uzaktır. Benzer şekilde, doğum izni için güçlü bir kampanya yürütülmemiş olması (mesele 1976’da ABD Yüksek Mahkemesine gittiğinde) ve sosyal yardım alan kadınların aşağılanması ve kriminalize edilmesi – hepsinden de ötesi, sosyal yardımların Bill Clinton tarafından 1996’da kaldırılmasına karşı mobilize olmamış olmak – da tüm kadınları etkileyen önemli bir hata oldu.

Evişini gerçek iş saymıyorsak, ki bu sosyal yardımdan çalışma yardımına geçişin dayanak noktasıdır, kimsenin aile geçindirmek için kurumsal destek almaya hakkı olmaz. O zaman, devlet, çocuklarımızı yetiştirmemizin kişisel bir sorumluluk olduğunu ve örneğin kreş istiyorsak parasını ödememiz gerektiğini iddia ettiğinde haklı olur. Kısacası, yaklaşım, tüm kadınların ve hepsinden önce en çok sömürülen ve ayrımcılığa uğrayanların yararına olmayan herhangi bir talep ve stratejinin, içimizde oluşturulmuş hiyerarşileri ayak altına almayan tüm yaklaşımların iflas etmeye mecbur olduğunda ve anlık olarak elde ettiğimiz tüm kazanımların en sonunda sonunu getireceğinde ısrar etmektir.

Euro-Asia; imparatorlukların yeni savaş alanı

Gazeteci Pepe Escobar, son makalelerinde odağını adı henüz konulmamış ekonomik savaşa yönlendirmiş durumda. Çevirmeye çalıştığım bu yazısında 'Avrupa'daki yeni istikrarsızlık ufku'nu Rublenin değer kaybetmesinin ardındaki ekonomik çatışmayla değerlendiriyor. Bir sonraki yazısı ise Çin'den Madrid'e kalkan tren üzerinde euro-asia temasından yeni çatışma alanlarına dair. Pepe Escobar'a göre, Moskova, Batı'nın tezgahladığı oyunun farkında ve bu yüzden yeni işbirlikleriyle (Türkiye-Çin) konumlanmaya çalışıyor. Yazara göre kaos imparatorluğu çaresizce savaşa hazırlıksız girmiş durumda ve yakın gelecekte insanlar imparatorluklar arssı savaşla daha çok meşgul olacak.



Avrupa Konseyi Dış İlişkiler kabinesi stratejisti  Friedrich Ebert Stiftung, aşağı yukarı şöyle bir tanımlama yaptı: 'Eğer Ukrayna'da ABD ve Rusya tehlikeli bir şekilde karşı karşıya gelecekse 2030'a kadar Avrupa'nın batısı askeri bir merkez haline gelecektir ve 'dengesiz bir bölge' haline gelecek olan Baltık, Balkanlar ve Karadeniz'de NATO nezdinden yeni bir silahlı güç olarak doğacaktır.'  Stiftung'un değerlendirmesindeki iki grup asla tanınmayacak ve diğer bağımsız analistlerin de belirttiği gibi Baltıklardan Karadeniz'e kadar olan bölge Kaos İmparatorluğu'nun, genişletilmiş Euro-Asia hedefi için silah sahası haline gelecek. 


Pentagon'un daha önceler, Ortadoğu ve Asya'nın merkezini aşarak Magreb'den Çin'e uzanacak olan etkin olma projesi varlığını korumakla birlikte şu an üretim bandında 'dengesizlik ufku' fikri öne çıkmış duruma. Moskova, Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov'un ağzından hala oyunun içinde olduğunu detaylandırarak bildirdi. Avrupa'da Almanya'nın etkin olduğu sektörlerin varlığı hesaba katılarak yeni bir savaştan bile bahsediliyor,kıtada  ABD'nin varlığını en çok hissettiren ülke olan Almanya'nın 'savunma'yı odağına alan işbirliği, politik ve ekonomik bir denge yaratılması esasına dayandırılıyor. Almanya'yla ABD'nin buluşması henüz gerçekleşmedi ama Atlantik ötesiyle olası işbirliği için Almanlar bir geçiş sürecinin içine girmiş durumdalar adı da SWIFT savaşı.  (Dünyadaki bütün bankalrın fon transferini sağlayan standart) Öte yandan ABD'li fanatik senatörler Büyük Britanya'daki vasallar ve Polanyalılarla birlikte Rusya'ya karşı savaş niyetini terk etmiş değilller, üstelik önlerinde İran'a karşı tutumdaki örnek varken.


Bütün bu gelişmeler ekonomik savaştan ya da NATO'nun histerilerinden daha fazla anlam taşımayacak ama Almanlar meselenin bundan daha fazla olduğunu biliyor. Geçenlerde Almanya'nın önemli gazetelerinden  Handeslsblatt'ta VTB Bank'ın patronu  Andrei Kostin'le yapılan ve hiçbir önemli İngiliz gazetesi tarafından çevrilmeyen bir röportaj yayımlandı.

Röportajda Kostin meseleyi doğrudan ortaya koyuyordu; 'Şüphesiz bir B planı var (Rusya'nın SWIFT- finans sisteminden çıkması halinde) fakat benim kişisel fikrime göre bu bir savaş ilanıdır- bu tip gerilimlere rağmen diplomatik ilişki tıpkı İran'la kurulduğu gibi yapılıp, geriye askeri alanda kalabilir- Eğer Rus bankaları ve yatırımcılarn SWIFT'e girişi yasaklanmış olsa aynı gün ABD büyükelçisi görevinden ayrılması gerekir. Rusya'yla diplomatik ilişki sonlandırılmalı, bankalar bu ilişkilerin içerisinde çok daha az önem kazanır zira sistem euro ve dolar üzerinden şekilleniyor nihayetinde.

23 Aralık 2014 Salı

Washington- Tahran- Havana, gizli görüşmelerinin altındaki sır

Fransız yazar Thierry Meyssan ABD- Küba arasında ilişkilerin normalleşmesi kararınına dair görüşmelerle İran'la yapılan nükleer konusundaki müzakereleri birlikte ele alıyor. ABD'nin izolasyon politikalarıyla bir yere varamayacağını gördüğünü ileri süren Meyssan, ABD'nin Latin Amerika ve Ortadoğu'da genişlemesinin yeni türden ilişki kurmakla mümkün olabileceğini vurguluyor. ABD'nin her iki ülkede de emperyalist çıkarlarından vazgeçmeyeceğini söyleyen Meyssan'ın makalesini alternatifsiyaset.net için Nizametin Karabenk çevirmiş, paylaşıyorum.


Washington ile Havana (Küba) arasında diplomatik ilişkilerin başlayacağı ilanı Tahran ile de başlanacağının belirtisi. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) emperyalist tutkularından ve İran ile Küba da devrimci ideallerinde vazgeçmiş değiller. Ancak, pragmatik Washington yönetimi, Küba ve İran’ı diplomatik izolasyon politikası ve ekonomik savaş stratejisiyle yenemeyeceğini anladı.  Washington, bu durumda, başka türlü bir çatışma stratejisine hazırlanıyor. ABD Başkanı Barack Obama ve Küba Devleti ikinci cumhurbaşkanı Raúl Castro Ruz’nun ABD ile Küba arasında diplomatik ilişkilerin başlayacağı konusunda eş zamanlı olarak kamuoyuna açıklama yapmaları Avrupa için ciddi bir sürpriz oldu. Washington yönetimi ilk olarak, konumuna avantaj sağlayacak şekilde, bir yandan kaldırma hazırlıklarını yaptığı yaptırımları Avrupa Birliğine (AB) uygularken, diğer yandan,  Amerikan’ın izlediği politikaya göre her zaman olağan olduğu gibi, rakip taraf Küba ile gizli görüşmeler yapıyor.
Başkan Obama iki yıldan beri, ABD imparatorluğuna karşı direnç gösteren yönetimler ile süregelen anlaşmazlıkları/çatışmaları yatıştırmaya özen gösteriyor: Latin Amerika’da Küba ve “Genişletilmiş Ortadoğu’da” İran. Nitekim Washington’un uyguladığı ve müttefiklerine kadar yaygın hale getirdiği – aslında ekonomik bir savaş faaliyeti olan – tek taraflı güç uygulama şeklinde yaptırım stratejisinin her zaman arzu edilen sonuç vermediği artık kanıtlanmış oldu. İran İslam Cumhuriyeti gibi Küba’da, ABD’nin dünya jandarması politikasından acı çekmiş, ancak direnç göstermeye de devam etmiştir.

Küba devleti, Soğuk Savaş dönemi boyunca, Güney Afrika’nın, komşularına kadar yayılmasını beklediği apartheid (ırkçı ayrımcılık) politikasına karşı durmak üzere seferber oldu. ABD ve İsrail yönetimleri (Güney Afrika Cumhuriyeti yönetsel Başkenti) Pretoria beyaz rejimini desteklemişlerdi. Küba ordusu, 1988 Barış Anlaşması sonuçlanıncaya kadar, Angola ve Namibya’da konuşlandırılmıştı. Fidel Castro da insanlığı iki kampa ayıran bir ideolojiyi başarısızlığa uğratmada başarılı oldu: Efendiler ve köleler. Güney Afrika apartheid rejiminin yıkılması ve Nelson Mandela’nın yeniden birleşen Güney Afrika halkının Cumhurbaşkanı olabilmesi için daha üç yıl beklemesi gerekmişti.

İran İslam Cumhuriyeti de aynı şekilde, sesinin komşu ülke halkları nezdinde yankılana bilme beklentisi içerisinde, İsrail yönetiminin uyguladığı apartheid politikasına karşı seferber oldu. ABD ve Birleşik Krallık/İngiltere yönetimleri de, 1948’de yasalara aykırı bir şekilde kurulmasından bu yana, Tel Aviv Siyonist rejimine destek verdiler. Siyonist rejim Nil’den Fırat’a kadar olan toprakları talep ediyordu. İran yönetimi Suriye’yi, Hizbullah ve Filistin Direniş Hareketlerini destekledi. ABD ve İsrail yönetimleri,  Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad döneminde, özellikle Lübnan, Filistin, Suriye ve Yemen’de birçok yenilgi yaşadılar.

ABD- İran yakınlaşması halklara karşı yeni bir ittifak mı?

Boston Üniversitesi öğretim görevlisi Babak Kia, viento.sur internet sitesine başlığıyla kışkırtıcı bir makale yazmış; 'halka karşı yen ittifak.' Kia, ABD, İran yakınlaşmasının İran halkına olduğu kadar bölgedeki potansiyel devrimci gelişmelere karşı da bir tehdit olduğu iddiasında. ABD, İran yakınlaşmasını bölgedeki siyasi gelişmeleri etkileyeceğini belirten yazar, Kürtlere özellikle sol eğilimli Kürtlere (İran ve Türkiye'deki) karşı tutumun da bu yakınlaşmadan payını alacağını öne sürüyor.


Hiç kimse savaş davullarının çalınmasını istemez. Düşmanlık atmosferi kazanımlarımız karşısında bir tehdit oluşturur, artık karşılıklı anlaşmalar yapmanın geçerli olduğu bir dünyada yaşıyoruz'. İranlı diplomat  Mohamad Javad Zarif, 24 kasımda nükleer güvenlik anlaşma toplantısından sonra böyle konuşmuştu. 

Washington ve Tahran'da benzer analizler yapılıyor: Er ya da geç anlaşma imzalanacak ve İran, Fransa gibi ikincil bir potansiyel güç olacak, zira nükleer üretimine dair anlaşma ABD ve İran İslm Cumhuriyeti arasındaki stratejik işbrliğinin bir parçası. Sovyet bloğunun düşüşü, emperyalistlerin Irak ve Afganistan işgalleri sırasında molla diktatörlüğü asla bölgeye dair niyetlerini terk etmedi. Bu gelişmeler çerçevesinde nükleer üretim anlaşması uzun vadede potansiyel güçleri değiştireceği varsayıldığından dolayı İsrail ve Suudi Arabistan'ın sözcüsü gibi hareket eden Fransa anlaşmanın yürürlüğe girmesini arzu etmiyor.

Beyaz Saray, bölgedeki problemleri kaos olarak nitelerken, İran'daki sosyal ve ekonomik felakete dair senaryoyu da kaos mantığının içine yerleştiriyor. Petrol fiyatlarındaki düşüş İran ekonomisini daha da zor bir pozisyona iterken, molla rejimi,  yolsuzluk iddialarının artışı, gündelik hayatta daha fazla hissedilir hale gelen baskılarla kaosun tam ortasında duruyor.  Devrimin ruhani lideri Hamaney ve Başbakan Ruhani, yeni ticari ilişkilerle iktidarı sürdürmek için yeni bir imkan devşirmeyi planlıyor. ABD için ise emperyalist işgalin geçmşteki başarısızlıkları yeni ittfaklarla dengenin sağlanması bir zorunlulu haline gelmiş durumda.

Bölgedeki diğer aktör Suudi Arabistan gelişmeleri endişeyle takip ediyor zira IŞİD'ın yükselişi politik islam lehine bir gelişme olarak Suudi Arabistan'ın işine gelecek bir durum, şimdilik Tahran ve Riyad doğrudan bir çatışmanın içine girmekten kaçınıyor. Suudiler, Yemen'den Bahreyn'e ve oradan Irak'a kadar siyasal gelişmelerin kendi rejimini etkilememesi için bir yandan Şiilere karşı müdeleyi desteklerken diğer yandan da çatışmalar için de baş akör olmamayı tercih ediyor ve bütün bu niyetin ardında ise Kapitalizmin bölgesel çıkarlarını savunma gayreti yatıyor.

22 Aralık 2014 Pazartesi

Dünyanın havaya ve Havana'ya ihtiyacı var


ABD ve Küba yakınlaşmasının arka planını anlamak açısından Küba’nın 2006 itibariyle Raul Castro’nun başkanlığında yaşadığı yeni tartışma ve dönüşüm süreci önemli bir yerde duruyor. 2007’de James Petras ve Ernesto Abaya’nın Küba devriminin güncel sorunları üzerine kaleme aldıkları aşağıdaki değerlendirme yazısı, Küba’da Raul Castro’nun başlattığı tartışma sürecine dışardan bir katkı olarak kaleme alınmış ancak Fidel Castro’nun “Süper Devrimciler” başlıklı geniş ilgi uyandıran yazısında, isim verilmeden, oldukça sert bir şekilde eleştirilmişti. sendika.org sitesinde hatırlatma babında yayınlanan makaleyi aktarıyorum.


Sosyalist ekonomisiyle Küba devrimi muazzam siyasal engeller ve zorluklara rağmen olağanüstü bir güç kazandı. ABD tarafından düzenlenen bir işgal girişimini, donanma ambargosunu, yüzlerce terörist saldırıyı ve yarım yüzyıllık boykotu başarıyla atlattı. (1) Küba, SSCB’nin, Doğu Avrupa’daki kolektivist rejimlerin çöküşü ve Çin ve Hindi-Çini’nin kapitalizme geçip ve yeni bir kalkınma modeli inşa etmesinin karşısında ayakta durabildi.
Çoğu bilim insanı ve siyasi liderin -muhalifleri de dahil- belirttiği gibi, Küba çok ileri ve işlevli bir sosyal refah programı geliştirdi: Ücretsiz, evrensel, kaliteli sağlık hizmetleri ve ana okulundan üniversiteye kadar parasız eğitim. (2)

Küba, ABD’nin boykot ve baskılarına rağmen iç politikanın yanı sıra dış politikada da tüm dünyayla başarılı ekonomik ve diplomatik ilişkiler geliştirdi. (3) Ulusal ve kişisel güvenlik konusunda Küba bir dünya lideri. Suç oranları düşük ve şiddet olaylarına nadiren rastlanıyor. Terörist tehditler ve eylemler (çoğu ABD’den ve onun sürgün edilmiş Kübalı taraftarlarından kaynaklanan) azaldı ve bunlar Küba halkı için ABD veya Avrupa’ya göre çok daha düşük bir tehlike arz ediyor. Küba devriminin kesin başarısı olan, çoğu hükümeti alaşağı edebilecek dış tehditlere karşı direnme kabiliyeti, eğer devrim 21. yüzyılda ileri taşınacaksa, şu anda acil ilgi gerektiren bir dizi önemli sıkıntı yaratmıştır. Bu sıkıntılar iç siyasi gelişmelerin yanı sıra son dönemdeki dış baskıların sonucudur. Bazı sorunlar acil önlemlerin kaçınılmaz sonuçlarıydı ama artık hemen ve radikal çözümler gerektiriyor.

Devrimci Erdemler

Geçmişteki çoğu reformist veya devrimci rejim yenildiği, devrildiği ya da çöktüğü halde Küba devriminin pozitif sosyal kazanımlarının çoğunu koruyarak ayakta kalmış olması onun büyük erdemidir. ABD ve müttefikleri Guatemala’da Arbenez’in (1954), İran’da Musaddık’ın (1953), Şili’de Allende’nin (1973), Kongo’da Lumumba’nınki de dahil pek çok reformist rejimi yıktılar (1954). Beyaz Saray 1989’da Nikaragua’daki Sandinist hükümeti, 1992’de ve 2004’te Aristide rejimini ve diğer pek çoğunu devirdi. Küba ise tam tersine 1961’de ABD’nin desteklediği bir işgalden galip çıktı, 1962’de ABD’nin donanma ablukasına direndi, CIA’nın yarım yüzyıldan fazla bir süredir düzenlediği yüzlerce suikast girişimini ve terörist saldırıyı boşa çıkardı, dünya çapında ekonomik boykotu yendi. (4)
Küba yürüttüğü akılcı diplomasi sayesinde eski SSCB ülkeleri ve Doğu Avrupa ile olumlu ve elverişli ticari anlaşmalar ve yardım anlaşmaları yaptı. 20. yüzyılın sonuna gelindiğinde, ABD boykotuna rağmen Küba dünyanın neredeyse tüm diğer ülkeleriyle diplomatik ve ekonomik ilişkiler geliştirmişti. Hatta 2001’de Küba, ABD ihracatçıları ve çiftçilerinden gıda ve ilaç ithalatı (olumlu olmayan, tek yanlı koşullarla) yaparak ABD’nin uyguladığı ticaret ambargosunu bile deldi.

SSCB’nin ani çöküşü ve Rusya ile Doğu Avrupa’nın Batı kapitalizmine bağlı ülkelere dönüşmesi Küba ekonomisine yıkıcı bir darbe vurdu. Ticari ortakların kaybedilmesi üretimde hızlı bir düşüşe yol açtı. Çin’in ve Hindi-Çini’nin kapitalizme geçişi çok az alternatif sunuyordu. Küba hükümeti zorunlu tasarruf ve yapısal uyumun gerçekleştirileceği ‘Özel Dönem’i başlatacak acil bir ekonomik strateji benimsedi; buna göre, kapitalist ülkelerde uygulananların tersine, ekonomik iyileşmenin sancısı tüm Küba toplumuna yayılacaktı. Küba 1990-2000’den itibaren, benzeri görülmemiş ölçüde başarılı olan sosyal güvenlik ağını koruyarak, ekonomisini dünya ekonomisinin gereklerini karşılayacak şekilde yeniden inşa etti.
Küba’nın iyileşmesi birkaç yeni eksene dayandırıldı: turizm sektörünün geniş ölçekli bir biçimde hızlı ve kapsamlı bir biçimde geliştirilmesi; Avrupa ve Latin Amerika kökenli çokuluslu şirketlerle bağlantılı uzun vadeli yatırımlar; ihraç edilen ilaçlara yönelik araştırma ve geliştirmeleri teşvik etmek için biyo-teknoloji alanına yoğun yatırımlar yapılması; Venezüella ile petrol ürünleri karşılığında Küba tıbbi ekipleri ve tıbbi tesislerinin değişimini içeren uzun vadeli, geniş ölçekli, olumlu şartlarda ticaret ve yatırım anlaşmalarının yapılması; nikel, rom, tütün ve narenciyenin geliştirilmesi ve ihracını hedefleyen ortaklıkların kurulması; ve ABD ile Kanada tarım işletmecisi şirketlerle gıda ithalat anlaşmalarının yapılması. (5) Kübalılar şeker tesislerinin çoğunu kapattılar ve şeker üretimini keskin bir biçimde azaltarak, şeker kamışı tarlalarını sınırlı bir ölçekte alternatif tahıl üreten tarlalara dönüştürdüler.

Yeni bilgisayar yüksek okullarına yapılan büyük yatırımlara (200 milyon dolar) (6), tıbbi turizm ve dış insani yardım projelerine devam edildi. Bu ekonomik strateji olumlu dış koşullarla birleşince (dünyadaki yüksek emtia fiyatları, Venezüella Başkanı Hugo Chavez’in radikalleşmesi, Latin Amerika’daki rejimlerin aşırı sağcı neo-liberal olmaktan çıkıp ılımlı merkez-sağ rejimlere dönüşmesi) ve Küba halkının büyük bir çoğunlukla gönüllü fedakarlıkta bulunması, 1994’ten itibaren yavaş ama istikrarlı bir ekonomik düzelme sağladı, ardından 2003’ten itibaren hızlı büyüme başladı.(7) Küba hükümeti derin bunalımdan ekonomik düzelmeye kadar geçen süre içinde sosyal dayanışma ağının ve refah hükümlerinin temel yapısını korudu. Tüm önemli sağlık ve eğitim programları halka açık ve ücretsiz olarak verilmeye devam edildi. Ekonomik yeniden yapılanma sırasında görevleri değiştirilen işçiler ücretlerini almaya devam ederek, devletin finanse ettiği işlerde çalışmaya ve yeni eğitim programlarına katılmaya davet edildiler. Kiralar ve kamu hizmetlerine ödenen ücretler yine düşüktü. Emekli maaşlarının ödemesine devam edildi. Büyük finansman kısıtlamalarına rağmen kültürel, sportif ve dinlence faaliyetleri gelişti. Kıtlığa ve sosyal yoksunluğa rağmen suç oranları Latin Amerika ve ABD’deki düzeylerin çok altında kaldı.

'Sosyal hareketlerin patlama dışında da anlam ifade etmesi gerekir'


'Asi Şehirler', 'Sermayenin Muamması' gibi kitapları Türkçe'ye çevrilen antropolog David Harvey, Şili'de katıldığı bir konferans sonrasında röportaj vermiş. Röportajında, 'Şili'de ya da Pekin'de yaşamanın hiçbir farkı olmadığını, kapitalist kentlerin birbirine benzemeye başladığı bir dönemde farklılıkların ortaya konulmasını önemsediğini' söyleyen Harvey, kentsel mücadele ve bu mücadele içerisinde olanlara dair önemli bir uyarıda bulunuyor; 'hoşnutsuz olmak yetmez, üretim biçimlerini de değiştirerek alternatif yaratmak gerekir.' Gezi eylemlerine de atıfta bulunan- hoşnutsuz kitlelerin eylemlerinin akabinde daha otoriter bir hükümet ortaya çıktı- Harvey'le yapılan röportajı paylaşıyorum.

Marksist düşünce çerçevesinde  kimi kez farklı konseptleri değerlendirerek, mesela semayenin işleyiş biçimine dair getirdiğiniz yeni yorumlarla tanınıyorsunuz, yine coğrafi farklılıkları da devreye sokuyorsunuz. Politik konseptinizin odağındaki kavramlarla sohbete başlayalım. 


Coğrafi farklılıklar, eşitsizliğin yeniden üretildiği bir kavrama işaret ettiği için yeniden düşünülmeli. Mesela siz burada (Şili) Avrupa konseptiyle eğitim görüyorsunuz ama bütün dünya için çözümleri araştırıyorsunuz, en azından dünyanın bir parçası olduğunuz fikrinin kabulü iyi bir şey, öte yandan dünyanın diğer yerlerindek insanlardan farklı düşünerek bir diyalog imkanını da yaratmış oluyorsunuz. Açıkçası ABD'de bir öğrencinin Afrika edebiyatı üzerine çalışmasını, Çin'de, Latin Amerika'nın herhangi bir yerinde çok kültürlülüğe kapı açılmasını çok önemsiyorum. Fakat buradan başka bir yere gelmek istiyorum; nerede olursa olsun, nereye giderse gitsin sermaye sermayedir. Birçok ülkeye yolculuk yaptım, Santiago'dayken, şimdi neredeyim Santiago'da mı, Sao Paulo'da mı diye düşündüğüm oldu, sonra Şangay'da New York için benzer soruyu sorduğum oldu. Özetle kapitalizm birçok yeri, mekanı homojenize ediyor. Mimari stillere bakın mesela birçok Çin kenti ABD'dekilerine benziyor, Santiago'da olduğu gibi hızla 'özel' mahalleler oluşuyor mesela, o zaman şu soruyu soruyorum; Santiago'nun Kaliforniya'dan ne farkı var ki? Küreselleşme kendisini dikkat çekecek şekilde kentlerde, kentlerin gelişiminde kendini gösteriyor, nereye giderseniz gidin karşılaşacağınız manzara benzer hale geliyor. Bu durum benim hoşuma gidiyor zira eğer farklı kültürlerin varlığını düşünmeye başlarsanız diyalog imkanı doğar ve en azından dinamik kapitalizmin dışına çıkarak otonom yapılar kurabilme olanağı da düşünülmeye başlanır. Bugün Katolonya'da İskoçya'da Bavyera'da 'hayatı kendi istediğimiz gibi yaşamalıyız' fikri konuşulup, farklılığımızı yaşamak istiyoruz deniliyorsa önemli bir durumla karşı karşıyayız demektir, öte yandan bütün farklılğa rağmen kapitalist sistem çerçevesinde oluşu da hesaba katalım.


Burada politik anlamda enteresan bir durum var; başlangıçta İskoçya'nın bağımsızlığını desteklememiştim sonra bana ayrılıkçıların nasyonalist olmadıkları, insanların ihtiyaç duyduğu, Londra'nın yönergelerinden bağımsız alternatif bir yapı kurmak istedikleri söylendiğinde düşündüm ve 'bunu desteklemeliyim' dedim. Öte yandan Katolonya'da durum farklı, onlar zengin ve başka yerler için vergi ödemek de istemiyorlar.

Sizin de örneklediğiniz gibi, kapitalist sistem, merkezi yapıları yok ederek, benzerlikler altında eşitisizlik, ayrımcılıkla kendini yeniden üretiyor. Burada, Santiago'da bunları düşünürken, kapitalist değerler çerçevesinde  kamusal alanları yok etme, özel kentler kurgulama eğilimi de derinleşiyor. Burada sosyal hareketlerin kentlerin problemini ele alışta problem olduğunu düşünüyorum. Sermayenin dışında alternatif bir kent düşünülebilir mi sizce? 

 Benim için sosyal hareketlerin temel başarısı kentlerdeki gündelik hayatın akışını radikal olarak değiştirebilmesiyle ilgili. Kent hakkı avramının altında mahallelerin elitleşmesine karşı çıkmak, barınma hakkının kazanılması, güvenlik güçlerinin ve paranın kontrolünden çıkarılmış kentlerin yaratılması gibi alternatif bir bakış geliştirilmesinden bahsediyorum. Bugün bunlar önemli zira kentlerin militarize edildiğini görüyoruz; halkı kontrol etmek için daha fazla polis gücüne ihtiyaç duyulduğu aşikar. Burada kentteki polis gücünün silahsızlandırılması da önemli bir çalışma alanı gibi görünüyor.


Marx'dan beri devletin her defasında burjuva sınıfının hizmetinde bir komite gibi çalıştığını biliyoruz. Gerçekte tarihte belki de daha önce olmadığı kadar önemli bir kavram bu. Kapitalistlerin komitesi olarak devlet aygıtı... Seçimler, paranın kontrolü noktasında geçişler yapmaktan başka brşey değildir ve oy veren halk figüratif oarak kaptalist sınıfın, partilerinin gerçekleştirmek istediklerine destek vermekten başka bir işlevi de olmuyor... Marx Twain'in sarkastik bir sözünü hatırlatırım; ABD kongresi, paranın satın alabileceği bir kongreden daha iyidir, yalnızca bu da değil ABD kongresi ve hükümeti yalnızca parayı değil,medya araçlarını, toplumsal yaşam içerisinde etkin diğer aygıtları da kontrol ediyor. Tam da bu noktadaşunu söylemek gerekir;  sosyal hareketlerin yalnızca güçlü olması yetmeyecektir mesea üretim biçimine de müdahale etmesi gerekir. Hoşnutsuzluk her yerde Brezilya'ya bakın yüzlerce kentte insanlar sokağa çıktı, İstanbul'a bakın sokak hareketlerinin ardından çok daha otoriter bir hükümet çıktı, sonuçta son onbeş yıldır kentlerde hoşnutsuzluk temelli hareketler gelişti. Gerçek şu ki, bu sokak hareketleri şimdiye kadar patlamadan fazla bir anlam taşımadı, sürekliliğin olmamasının nedeni de burada. Acilen alternatif politikalar geliştirilmeli ve sosyal hareketler farklılığını ortaya koymalı. Her halükarda yalnızca hoşnutsuzluk hareketi güçlendirmeye yetmeyecektir zira bu hoşnutsuzluk Avrupa'da mesela Fransa, Macaristan, Yunanistan gibi ülkelerde aşırı sağcı hareketlerin varlık zeminine de işaret ediyor. Solun onlara da 'hey gelin bize katılın'  demesi gerekir.








17 Aralık 2014 Çarşamba

'Suriye yalnızca IŞİD ve Esad arasında bölünmedi, üçüncü bir güç de var'


1976'dan bu yana Fransa'da sürgünde yaşayan Suriyeli marksist tarihçi Faruk Mardam-Bey ülkesindeki son duruma dair bir Fransız gazeteci Sylvian Cypel'e bir röportaj vermiş. Suriye'de 'siyasal çözümün bulunmasını' neredeys eimkansız gören Mardan, Birleşmiş Milletler'i insani sorunları çözüm için acil eyleme çağırıyor.


Sylvain Cypel.- Milyonlarca kurbanın verildiği, sürgünlerin yaşandığı ve kasap dükkanına benzeyen Suriye'de yaşamak nasıl bir şey? 

Faruk Mardam-Bey- Neredeyse hergün Suriye'yi düşündükçe ağlamaya başlıyorum. 2011'de bir umut olarak yükselen halk hareketinden sonra bize  'korku ve sessizliğin' ülkesi olmak kaldı. Esad'ın Şam'ın dışında esamesi okunmuyor ve Suriye'nin büyük parçası 'ulusal bütünlüğü sağlamak konusunda yetersiz kalmış durumda. Suriye'yi yakından bilenler Şam'daki ordunun arkasında İran'ın olduğunu söylüyorlar, rejim karşıtları ise politik durumu domine etmekten uzaktalar. IŞİD'a karşı mücadele zaman alacak fakat Esad, iktidarını sağlamamış olsa da gücünü yaymaya devam edecek, birbirinden farklı niyetler taşıyan gruplar da üçüncü büyük güç olarak kalmaya devam edecek gibi görünüyor. Özetle kimsenin kontrolünde olmayan durum uzun bir süre daha devam edecek.


Mart 2013'te yazdığınız bir makalede bütünsel kimliğe vurgu yapmıştınız oysa Suriye'deki çatışmalar her geçen gün genel bir bıkkınlığa doğru evrildi...

Çatışmalarda 200 bin kişi hayatını kaybetti, yaralı sayısı bundan saha fazla. Ülkenin yarı nüfusu sürgünde ve işsiz. Bu durumda öne çıkarılacak tema ne olabilir ki? Fransa'da yaşayan ve sola yakın bazı sürgünler 'laiklik' kavramını öne çıkarırken, bazıları da laikliği desteklemenin ötesinde homojen durumu tartışır halde. Sol, Esad rejiminden zarar gördü ama şimdi 'öte taraftada İslamcılar var' fikrinde, rejimin adalet duygusu olmadığını bildikleri halde bu fikir rejimin suçlarını görmek istememe noktasına kadar vardırılıyor. Çok yakınlarda Raqqa'da içinde sivillerin olduğu alışveriş merkezi bombalandı ve sol, bölge islamcıların kontrolünde olduğu için kalkıp da 'artık yeter' bile demedi. Bu kayıtsızlıkla yaşamak çok zor ve artık katlanılamaz hale gelen bu durumdan çıkış yolu bulmak zorundayız. Kırk yıldır özgürlüğü yaşamamış bir halk olarak, beş on yıl sonra dünya liderlerine 'bunca şey yaşanırken neredeydiniz' dememek için bir yol bulmalıyız.

Özgür Suriye Ordusu, asıl niyetinden uzaklaştığında Esad'ın zafer kazanmış ve  cihatçılar karşısında pozisyonunu güçlendirmiş mi oldu? 

Ebet bu bir başarı, daha kötüsü Esad, Alevi ve Hristiyaların desteğini arkasına aldı, diğer yandan Dürzüler ve Kürtler rejime karşı tarafsız bir pozisyonda kaldılar.  Rejim karşıtlarının hiçbir kredisi kalmadı ve  kendi aralarında da bölünmüş durumdalar. Bu durum çok sinir bozucu. 

Neden birleşme fikri başarısız oldu?

Suriye'de neredeyse 40 yıldır özgürlük kelimesini kullanmak dahi baskı altına alındı politik kültür yok edilmeye çalışıldı. Sürgünlerin çoğunun yaşadığı Türkiye'de insanlar orada destek gördü yine Katar ve Suudi Arabistan'da 'Suriye'nin Dostları' revaçta ve hal böyle olunca parçalanma yaşandı, öte yandan durumdan fayda çıkaranları da unutmamak gerekir. Suriye iki kampa, Deraa'da IŞİD'ın kontrolünde, diğer tarafta da Esad'ın egemenliğinde bir ülke haline gelmeyecek. Suriye'de rejim karşıtları yalnızca cihatçılar değil, eski rejim dönemindeki partiler dış güçlerle ilişki kurmanın yollarını arıyor ve Esad, IŞİD'ın yanısıra üçüncü bir güç oluşturmayı planlıyorlar. Esk imam Moaz Al Khatip, 2012-2013 yılları arasında koalisyon içinde yer aldı ve geçen ay Moskova'ya giderek, Esad sonrası rejim konusunda garantilerin verilmesi için görüşmeler yaptı. 

'Marx'ın her daim güncelliğini koruyan bir çift sözü var

Ulus Baker, 1996'da Birikim Dergisi'nde yayınlanan bir makale kaleme almıştı, daha sonra korotonomedya.org'da da yayınlanan yazı her daim güncelliğini koruyor; insanların, kitlelerin birbirinin dertlerine (hikayelerine)kayıtsızlaştığı durumlarda anlatılanın ortak bir hikaye olduğunu hatırlatmak için , yine 'zorunlu'olanın dinamiğinin yanısıra 'tesadüfi' olanın varlığını da kaydetmek için. Mesela AKP iktidarının yozlaştığı bir noktada yolsuzluk iddiaları ne kadar 'tesadüf', ne kadar 'zorunluluk' olarak görülebilir ki, ya da böyle bir mekanikleştirilmiş ayrım var mıdır? Zaten Marx, 'anlatılan senin hikayendir' derken  bütün dünyayı açıklamanın anahtarını değilde yalnızca kullanışlı bir sistem sunmamış mıydı? Tam da bu noktada 'hakikati' farklı zaviyelerden görenlern birliği, en azından hakikati keşfetme uğraşları arasındaki ortaklık ortaya çıkmıyor mu? Bu da bizi Marx'ın ikinci sözüne; bir kulübede başka sarayda başka düşünülür... götürmüyor mu? Öte yandan Marx, ''Din kitlelerin afyonu' sözünün akabinde 'ruhsuz dünyanın ruhu'ndan da bahsetmişti. Marksizm üzerine düşümmek için her daim güncelliğini koruyan makaleyi paylaşıyorum.

Marx'ın Birinci Sözü

De te fabula narratur, senin hikâyeni anlatıyorlar... Alman işçilerine İngiltere'de kapitalizmin gelişme sürecinin kanlı canlı bir anlatısını haber veren bu Latinizm, Marx'ın ele alacağımız birinci sözü... "Ama eğer Alman okur, İngiliz sanayi ve tarım işçilerinin durumuna omuz silker, ya da iyimser bir biçimde Almanya'da işlerin bu kadar kötü olmadığı düşüncesiyle kendini avutursa, ona açıkça şunu söylemeliyim: 'De te fabula narratur!'" Kapital'in önsözünde yer alan bu sözler, iki eksen üzerinde derinleştirilebilir: Tarih her şeyden önce bir "anlatı"dır... Boulainvilliers'nin ve Abbé Mably'nin henüz bir "kavimler mücadelesi" olarak gördüğü, Alman ve İngiliz Romantiklerinin yetersiz güçlerini yaymaya başladıkları çağda ise bir "uluslar kavgası" olarak anlatılan tarih, bizzat kendisi, "sınıfların varlığının keşfi" konusunda ilk olmadığını altını çizerek hatırlatıyor olsa da, Marx'tan itibaren bir "sınıf mücadeleleri tarihi" olarak anlatılacaktır. Tarih anlatısının "hakikat" ile, "nesnel gerçeklik" ile bağlantısını koparmak mı söz konusuydu yoksa? Asla... Tarihin bir anlatı olduğu gerçeği, tam da Das Kapital'in birinci cildinin yazınsal yapısında belirir -- altbaşlığın ne olduğunu unutmayalım: Kritik der politischen Ökonomie, ekonomi-politiğin bir eleştirisi. Unutmamalı ki, Marx'ın ironik dili, epeydir, kapitalist iktisad" ilişkilerin tahlilinin, önce en vülger tasarımlarından başlayarak, burjuva ekonomi-politik "biliminin" gittikçe yoğunlaşan bir eleştiri etrafında gelişmesi gerektiğini defalarca tekrarlamıştı. Sözgelimi Hegel'de henüz bir tarihyazımı bulunmadığı, İdea'nın hareketi olarak anlaşılan evrensel bir tarih felsefesinin kendi varoluşunu tarihyazımını dışlamaya dayandığı, bir taraftan tarihsel maddeciliğin belirlenimleri ve varoluş nedenleri arasında yer alır. Öte taraftan, "bilginin ilk kaynağı" sorusu ile karşı karşıya kalırız: İlk kaynak, tarihte, her zaman ilk anlatandır. 

Köken, Heidegger'in istediği gibi, Varlık ile Hakikat arasındaki ilk bağlantıyı kuran Logos değil, Oluş ile Logos, yani dil arasındaki ilk bağı oluşturan anlatıdır. Öyleyse tarihyazımının tarih felsefesine ve onu taşıyan "Evrensel Özne" tasarımına bir önceliği olmalıdır. Marx'tan önce tarih yoktur, çünkü "senin hikayeni anlatıyorlar" formülü, tarihe yeni bir bakışın tarihe giriş anını oluşturuyor. Althusser'in hatırlattığı gibi, eğer fiziğin kıtasını Galileo açtıysa, tarihin kıtasını Marx açıyordu. Evet, tarihi "anlatış" biçimi tarihi dönüştürebilir. Abbé Mably'nin Considérations sur l'histoire de la France'ının açtığı yolda, tarihi anlatma tarzındaki değişmeler, Avrupa'nın yalnızca "düşünce" ve "algı" dünyasını değil, bizzat tarihinin kendisini de belirlememekten asla geri kalmadı. Tarihsel maddeciliğin basit bir retorik ve üslup sorunu olmadığını anlamak için (kuram yine de tözde temellenir, aynen siyasal alana açılmanın ve temel siyasal faaliyet türünün dilden ve konuşmadan geçmesi gerektiği gibi), Marx'ın açtığı kıtanın "gnoseolojik" toprağında tarihsel anlatıların bir çatışmasının (Kant'ın felsefenin alanını tasvir etmekte kullandığı şu Kampfplatz'ı, savaş meydanını yine hatırlayalım) yer aldığını ve modern tarihimizin bundan başka bir şey olmadığını görmek gerekiyor.

Peki tarihsel maddecilik içinde Marx nasıl konuşuyordu? Her şey Marx'ın Warensprache adını verdiği, "meta dolaşımının dili" ile, dilbilimci ve poetikçi Roman Jakobson'un Schriftsprache dediği "yazıların dolaşım dili" arasında kalan bir mekânın çözümlenmesine çağırıyor. "Şeyleşmiş" (Lukacs) varlıkların dolaşımı ile "nesneleriyle zorunlu bağlarından kurtulmuş" sözlerin dolaşımı, belli bir mekânda nasıl biraraya geliyorlar? Rheinische Zeitung yazarı Marx ile Genç Hegelcilere "sadece bir tüccar ve Prusya Kraliyet Ordusu'nda bir topçu" olduğunu nazik bir dille anlatan Engels'in karşılaşmaları ne ölçüde "tesadüf"dü? Dil dolaşımının yer yer siyasal karşılaşma ve temas mekânları yarattığı özel bir dünyanın varlığından söz edebiliriz. Marksizm'in oluşumu ve evrimi açısından diller alanında cereyan eden bu karşılaşma, ileride Proudhon, Lasalle, Dühring ve Bakunin'i de içine alacak, ama sözgelimi bir Nietzsche'yi dışlayacaktır. Bunların "tesadüf" olduğunu söylemek ne ölçüde doğru olur? Aynı şekilde Marx'ın, kapitalizmin doğuş süreçlerine ilişkin olarak altını çizdiği çok özel bir "tesadüf", "topraktan ve tüm diğer bağlarından bağımsızlaşmış özgür emek-gücü" ile "ticari sermaye" arasındaki "karşılaşma" da kapitalizmin oluşumu açısından asla bir tesadüf değil, bir zorunluluktu. 

10 Aralık 2014 Çarşamba

ABD hegemonyasının çöküşü ve Ortadoğu politikaları




Tarihçi, yazar Immanuel Wallerstein'a göre; 'ABD hegemonyası son elli yıldır erozyona uğruyor' ve Ortadoğu'daki konumu da bu uzun süren çöküşün işaretlerini taşıyor. ABD'nin Ortadoğu'da müttefiklerine dahi güven vermeyen politikalarının kökenlerini değerlendiren Wallerstein'ın makalesini aktarıyorum.

27 Kasım 2014'te New York Times'ta yayınlanan bir haberde,  'Suriye politikasına ve IŞİD'a bakarak ABD'nin Ortadoğu'daki pozisyonunun erozyona uğrayışı' başlık kullanıldı. Fakat bu yeni bir durum içermiyor. ABD'nin Ortadoğu'daki pozisyonu neredeyse 50 yıldır (Herhangi bir bölgede de) erozyona uğruyordu zaten. Gerçekte ise bir yandan Suriye'deki Esad karşıtı güçlerle onlara sempati duyanlar başka yandaydı, diğer tarafta ise Obama ve ABD vardı ve bu günlerde denebilir ki kontrol edilemez, tehlikeli bir hale dönüşen ABD rüyası (kanonu) çökmüş durumda. Sonuçta kimseye güven vermez bir hale düşmelerine rağmen hala bazı ülkeler ve politik gruplar orta vadede ABD'ye destek olmaya devam ediyor.

 Dünya sistemi içerisinde kimi kez ABD hegemonyasının  sorgulanamaz olarak kabul edildiği ve bugün daha güçlü gözüken askeri kuvveti nasıl bu hale geldi? En azından onur kırıcı durumun ortaya çıkmasında yalnızca dünya solunun değil, daha merkezi güçlerin ağırlıklarını koymuş olmasından ve kutuplaşmanın artmasından bahsedebiliriz, dolayısıyla ABD'nin çöküşü yalnızca kendi politkalarına değil, yapısal gerçekle bağdaşmayan durumlarla da ilgili.


Kimi zaman birbirini takip eden olaylara baıkıldığında gücün doğasını anlamak mümkün olabilir. ABD, 1945- 70 yılları arasında dünya sahnesinde bahsi geçen konuların yüzde 95'inde kendinden bahsettirerek gerçekçi bir güç haline gelmişti ve hegemonik gücü, SSCB'nin etki alanı dışındaki bölgelerde ona karşı taktik geliştirip, her iki ülke arasındaki rekabete, tehlikenin bertaraf edilmesine  dair bir taktiğin parçası olarak belirdi.  'Soğuk savaş' olarak tanımlanan bu sürece dair temel kavram 'soğuk'tu ve iki ülkede pozisyonunu nükleer yıkıma uğrmamanın garantilerini oluşturmak şeklinde kurgulamıştı, öte yandan soğuk savaş, düşmanı ideolojik olarak yalıtmanın yanısıra kendi uydularını yaratmanın da aracı haline geldi.

Yunanistan'da 'gelecekten gelen muhalefet' ayaklandı



Yunanistan'da 10 kasımdan beri açlık grevinde bulunan anarşist Nikos Romanos'a destek eylemleri ülkede birşeylerin değişmeye başladığının işareti ve Yunanistan'da toplusal muhalefetin tarihine dair göndermeleri de içeriyor, mesela geçen haftaki çatışmaların en yoğun olduğu Atina Politeknik, 1973'te cuntanın düşmesine neden olan öğrenci gösterilerine sahne olmuştu ve onlar da mirası 1944'de faşistlere karşı çatışan dedelerinden almıştı. Jerome Roos roarmag. com için Yunanistan'daki gelişmeler hakkında yazmış, fraksiyon.org'dan Bilge Güler'in çevirisini paylaşıyorum.

Yunanistan sokakları bir süredir nispeten sakindi. Dört yıl süren yıkıcı ekonomik kriz ve süregelen devlet baskısından sonra ortaya çıkan ve krizin ilk yıllarında muazzam kalkışmalara can veren devrimci coşku,  o dönemden bugüne yerini yaygın bir umutsuzluğa bıraktı. Ama durum şu ara değişiyor olabilir. Öğrenciler ve anarşistler, 10 Kasım’dan beri açlık grevini sürdürmekte olan anarşist tutsak Nikos Romanos’la dayanışma göstermek için son haftalarda güçlü bir biçimde harekete geçti. Hem Nikos’un mücadelesi hem de sokakların tepkisi, sembolik bir önem ve tarihsel çağrışımlarla dolu. Yunanlıların direniş tarihinin en iyi örnekleri de Aralık aylarına tesadüf edegelmiştir, keza devletin tepkisinin en kötü örnekleri de. Bundan altı yıl önce, 6 Aralık 2008’de iki özel kuvvet polisi –Atina’da anarşistlerin yoğunlukta olmasıyla bilinen- Exarchia mahallesine girerek, bir grup gençle kısa süren münakaşa sonrasında 15 yaşındaki Alexis Grigoropoulos’u, ölümcül bir yara açacak şekilde, kalbine hedef alarak ateş ederek katletti. O esnada Nikos da orada bulunuyordu. Alexis onun en iyi arkadaşıydı ve kollarında öldü. Alexis’in katledilişi, Yunanistan sokaklarında bir ay sürecek yoğun bir isyanı tetikledi. Bir yandan ülkenin en beklenmedik yerlerinde halkın eylemleri ardı ardına sürerken, okullar, üniversiteler ve terk edilmiş binalar ülkenin her yerinde işgal edildi. 

Merkez medyanın Kathimerini gazetesi, Aralık 2008 isyanlarından “1974’te demokrasinin yeniden inşasından sonra Yunanistan’ın başına gelen en kötü şey” olarak bahsediyordu. Meşum bir kehanet olarak Atina’da bir duvar yazısı, 2010-2012 borç krizi esnasında zuhur edecek olan yoğun toplumsal huzursuzluğu ve toplu gösterileri kast edercesine açık açık şunu diyordu: biz gelecekten geldik. O distopik gelecek, işte bugün geldi çattı. Bu Cumartesi (6 Aralık 2014), Alexis’in öldürülmesinin altıncı yıldönümü. Alexis’in en iyi arkadaşı Nikos Romanos bugünü, tabii eğer şanslıysa, hastanede geçiriyor olacak. Nikos, resmi makamların yasal hakkı olan eğitim iznini vermemesini protesto etmek için, 10 Kasım’da açlık grevine başladı. Doktorları durumunun kritik olduğunu, kalbinin veya böbreklerinin her an iflas edebileceğini ifade ediyor. Hükümet hastane çalışanlarına zorla besleme emri vermişti ama doktorları bu emre uymadı. Nikos’un sağlık durumu günden güne kötüleşirken, özellikle Cumartesi günü (6 Aralık- eylemler gerçekleşti. ) yapılacak olan Alexis’i anma yürüyüşüyle de birlikte düşünüldüğünde, sokakların harareti de giderek artıyor.

8 Aralık 2014 Pazartesi

Kapitalist dünyada yeni br hayalet dolaşıyor... Prekaryanın hayaleti


Şunu söylemek belki abartı olur; Kapitalist dünyada yeni bir hayalet dolaşıyor, prekaryanın hayaleti... Kentlerde geliri nispeten düşük, geçici işlerde çalışan modern yoksullara prekarya deniyor. Özetle sistemin kustuğu, modern hayatın 'nimet'lerinden faydalanamayan yeni yoksullar bunlar. Yazar Ahmet Tonak, sendika org için, prekaryayı, onların kapitalist sistemle ilgisini ve kurtuluşlarına dair reçete üzerine zihin açıcı bir makale kaleme almış paylaşıyorum.

Prekarya üzerine hatırı sayılır miktarda literatür birikti. (Bkz, Guy Standing) Bu literatürün de önde gelen isimleri var. Tanımların örtüşen yanları olmasına rağmen kimin tanımını seçtiğinize bağlı olarak prekarya denilen kesimin de (sosyal tabaka/sınıf?) farklı özellikleri öne çıkarılıyor. Biraz şaşırtıcı geleceğini bilerek, Loic Wacquant veya Guy Standing gibi bu literatürün yıldızları dururken, kendimi Samir Amin’in tanımına yakın hissettiğimi söyleyeyim. Amin’e göre prekarya, kent emekçilerinin geliri nispeten düşük, geçici işlerde çalışan, ayrımcılığa daha açık kesimidir. Güvencesiz istihdam vurgusu başta olmak üzere Amin’in tanımının da diğer tanımlarla örtüşen yanları var. Bu tanım, hem küresel sermaye birikiminin mantığını hem de son 50-60 yılın kent-kır ilişkisini merkezine aldığı için bana daha açıklayıcı geliyor. Amin, prekaryayı, tarihselliği içinde ve Marx’ın kapitalist birikimin mutlak, genel yasası ile öngördüğü bir olgu olarak ele alıyor.

O zaman, ilkin kapitalist birikimin mutlak, genel yasası’nı hatırlayalım:
Toplumsal zenginlik, faaliyet halinde bulunan sermaye, bunun bü­yümesinin hacmi ve gücü ve dolayısıyla da proletaryanın mutlak bü­yüklüğü ve emeğinin üretici gücü ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Kullanıma hazır emek gücünün büyük­lüğünü artıran nedenler, sermayenin genişleme gücünü artıran nedenlerle aynıdır. Yani, yedek sanayi ordusunun göreli büyüklüğü, zenginlik potansiyeli ile birlikte artar. Ama, bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaletleri çalışma sırasında katlandıkları işkenceyle ters orantılı olarak artan artık nüfus o kadar yığınsal şekilde yerleşiklik kazanır. Son olarak, işçi nüfusunun düşkünler tabakası ve yedek sanayi ordusu ne kadar büyükse, resmî yoksulluk da o kadar büyük olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak, genel yasasıdır. Diğer bütün yasalar gibi bu yasa da, gerçekleşmesi sırasında, burada inceleyemeyeceğimiz çok sayı­da durum tarafından değişikliğe uğratılır.” (Marx. 2011: 622)
Marx’ın bu muazzam öngörüsünün bazı yanlarını vurgulamakta yarar var:
  • Yedek sanayi ordusu ifadesindeki “sanayi” sözcüğü Marx’ın yaşadığı dönemde gelişmemiş olan “hizmetler” sektörünü de kapsayan yani, ücretli emekçilerin tamamını içeren bir kavramdır. Dolayısıyla, günümüzdeki kullanımı yedek emekçiler (veya işçiler) ordusu olmalıdır.
  • Yedek emekçiler ordusu’nun büyüklüğü, şu ya da bu dönemin politikaları (Keynesçi veya neoliberal) tarafından değil, kapitalizmi genişleten/yaygınlaştıran faktörler tarafından belirlenir.
  • Yedek emekçiler ordusu’nun göreli büyüklüğü hem sefaleti hem de bu kesimin yerleşikliğini besler. Bu durum da resmi yoksulluğu arttırır.

ABD'nin IŞİD hakkında bilmenizi istemediği 26 şey


isid-konvoy


Kanadalı ekonomist, yazar Michel Chossudovsky, ABD'nin IŞİD hakkındaki bilinmesini istemediğ 26 yalanı ele almış, kaldı ki, cihatçı teröristleri desteklerken, onlara karşı olduğunu söylemek yalanların en büyüğü ve en bilineni. Global Research'ta yayınlanan ve Özgür Üniversite için Esra Tanrıbilir'in çevirdiği makaleyi kayıtlara geçmesi için paylaşıyorum. 



ABD’nin IŞİD'a (Irak- Şam İslam Devleti) savaş açtığı büyük bir yalandır. “Müslüman teröristler”in peşinden gitmek, “Amerikan anayurdunu korumak” için dünya çapında önleyici bir savaşı sürdürmek askeri gündemi haklı çıkarmak içindir. IŞİD)Amerika Birleşik Devletleri’nin istihbaratının eseridir.
Washington’un “terörizmle mücadele gündemi” Irak ve Suriye’de teröristleri desteklemekten oluşmaktadır.
IŞİD tugaylarının 2014’te başlayan Irak saldırısı dikkatlice planlanmış ABD, NATO ve İsrail tarafından gizlice desteklenen askeri istihbarat operasyonunun bir parçasıydı. Terörle mücadele yönetimi bir kurgudur. Amerika terörizmin bir numaralı destekçisidir.
İslam Devleti, ABD ve müttefikleri tarafından korunmaktadır. Eğer İslam Devleti tugaylarını ortadan kaldırmak isteselerdi, Haziran ayında Suriye’den Irak’a geçerlerken Toyota kamyonetlerini kolaylıkla bombalayabilirlerdi (carpet bombing).

Suriye Arap Çölü açık bir bölgedir. (Aşağıdaki haritaya bakınız)  Sanatsal bir ifadeyle jet avcı uçaklarının (F15, F22 Raptor, CF-18) -askeri bir bakış açısıyla- hızlı ve yerinde cerrahi bir müdahalesi olurdu.
irak-harita
Bu makalede, büyük yalanı çürütmek için 26 fikri ele aldık. Medya tarafından insani bir girişim olarak ele alınan Suriye ve Irak’a karşı yapılan bu büyük çaplı askeri operasyon sayısız sivil ölümlerine neden olmuştur. Batı medyasının Obama’nın girişimini terörle mücadele operasyonu diye onaylayan kararlı desteği olmasa bu yapılamazdı.

1. ABD neredeyse yarım yüzyıldan, Sovyet-Afgan savaşının ilk dönemlerinden itibaren El Kaide’yi ve ona bağlı kuruluşları destekledi.

2. CIA’in Pakistan’da kurduğu eğitim kampları. 1982 ve 1992 arasındaki on yıllık dönemde CIA’in Afgan cihadında savaşmak için 43 Müslüman ülkeden topladığı 35.000 civarı cihatçı. “CIA fonları tarafından karşılanan ve cihada katılacaklara teşvik öneren ve motivasyon sağlayan ilanlar dünya çapındaki gazetelerde ve haber metinlerinde yer aldı.”
3. Reagan Yönetimi’nden beri, Washington İslami terör ağını desteklemektedir.
Ronald Reagan teröristleri “özgürlük savaşçıları” olarak adlandırmıştı. ABD İslami tugaylara silah sağlamıştır.  Hepsi “iyi bir neden” içindi: Sovyetler Birliği ile savaşmak ve rejim değişikliği, Afganistan’da laik hükümetin ölümüne neden oldu.


4. Nebraska Üniversitesi tarafından cihatçı ders kitapları basıldı.Amerika Birleşik Devletleri, Afgan okul çocuklarına şiddet resimleri ve militan İslami öğretilerle dolu kitaplar tedarik etmek için milyonlarca dolar harcadı.

5. Amerika’nın öcüsü ve El Kaide’nin kurucusu Usame Bin Ladin, 1979 yılında ABD sponsorluğunda Afganistan’a karşı yürütülen cihatçı savaşın daha başında CIA tarafından işe alındı. 22 yaşındaydı ve CIA’in himayesindeki gerilla eğitim kampında eğitim görmüştü. El Kaide 11 Eylül Saldırılarının arkasındaki güç değildi. 11 Eylül 2001, Afganistan’ın El Kaide’nin destekleyicisi ve terörün sponsoru olduğu bahane gösterilerek Afganistan’a karşı açılan savaşa gerekçe sağladı. 11 Eylül Saldırıları “Terörizme Karşı Küresel Savaş”ın formülleştirilmesinde etkili olmuştur.

6. İslam Devleti (IŞİD) aslında ABD istihbaratının, Britanya’nın M16’sı, İsrail’in Mossad’ı, Pakistanı’ın İç Hizmetler İstihbaratı (ISI) ve Suudi Arabistan’ın Genel İstihbarat Başkanlığı (GIP) desteği ile yarattığı El Kaide’ye bağlı bir kuruluştu.

7. IŞİD tugayları, Suriye’de ABD-NATO destekli Başer Esad hükümetini devirmek için yapılan isyana dahil oldular.

8. NATO ve Türkiye Genel Kurmay Başkanlığı Mart 2011’de, Suriye ayaklanmalarının başından itibaren IŞİD ve El Nusra’daki savaşçıların silahaltına alınmasından sorumludur. İsrail İstihbarat kaynaklarına göre, Bu girişim şöyleydi: “Ortadoğu’dan ve Müslüman dünyadan binlerce gönüllünün Suriye isyancılarının yanında savaşmak için askere alınması kampanyası. Türk ordusu, bu gönüllülere ev sahipliği yapmayı, eğitmeyi ve Suriye’ye geçişlerini güvence altına almak istiyordu. (DEBKAfile, NATO isyancılara tanksavar veriyor. 14 Ağustos 2011)

9. IŞİD saflarında Batılı Özel Kuvvetler ve Batılı istihbaratların casusları vardır. İngiliz Özel Kuvvetleri ve MI6 Suriye’de mücahit savaşçılara verilen eğitimlerde yer aldılar.

10. Pentagon ile sözleşmeli çalışan batılı askeri uzmanlar teröristleri kimyasal silah kullanımı konusunda eğittiler.
“Amerika Birleşik Devletleri ve bazı Avrupalı müttefikleri Suriyeli isyancıları, Suriye’deki kimyasal silah stoklarını nasıl güvence altına alacakları konusunda eğitmek için silah yüklenicilerini kullanıyor,” ABD’li üst düzey bir yetkili ve çok sayıda üst düzey diplomat CNN Sunday’e anlattı. (CNN Report, 9 Aralık 2012)

3 Aralık 2014 Çarşamba

Löwy; geçmişe dönemeyiz ama Kapitalizme katlanmamak için geçmişin içinden bir gelecek yaratabiliriz



Yazar Michael Löwy, uzun bir zamandır romantizm üzerine de çalışmış bir şahsiyet ve Türkçe'de de yayınlanan Romantik İsyan ve Melankoli bu durumu somut bir örneği. Kapitalizmin yalnızca kendisinden önceki üretim süreçleri dahi olmak üzere bütün insani ilişkileri yıkıma uğrattığı gerçeğini bilerek, kapitalizme karşı insani olana yakınlaşmanın romantik olmayı da beraberinde getireceği fikriyle Löwy'le yapılan röportajı paylaşıyorum. 

 Günümüzde marksist ideolojnin önemli düşünürlerinden birisi de Michael Löwy.1970'de yazdığı Genç Marks'ta Devrimci Teori kitabından, son kitabı Max Weber ve Marksist Weberyan Düşünce kitabına kadar birçok farklı temaları el aldı, kimi zaman romantik, kimi zaman Marksist sosyolog kimi zaman da eko-sosylaist olarak anıldı. Brezilya asıllı düşünürle bahsettiğimiz bu temalar üzerinden Marxismo Critico için bir röportaj gerçekleştirdik.

Yıllar önce yazdığınız Romantizm ve Melankoli ( Türkçe'de Romantik İsyan ve Melankoli) kitabıyla sohbete başlamak isteriz. Robert Sayre'nin 20 yıl önce yazdığı gibi sizin için de romantizm modernlik karşıtı bir durumu içeriyor. Marx, burada ayrıksı bir şekilde duruyor, sizce Marx romantik miydi?

Basit ve doğrudan cevaplamak gerekirse hayır, Marx romantik değildi. Marx'ın romantizme yönelmesini Kapital'in ilk yazımını gerçekleştirdiği ve tamamlayamadığı 1857- 58 el yazmalarında iyi bir şekilde görebiliyoruz. Marx, orada sosyal hayatın devralınan mirasla dolu olduğunu ve geçmişe dönme isteğinin absürtlüğüne vurgu yapar. Tamam geçmişe dönemeyiz fakat burjuva ideolojisinin boş, katlanılamaz vaatleri karşısında nasıl bir pozisyonda olacağız?

Her halükarda romantizm eleştirisi, burjuva sivil toplumunun geçmişinin eleştirisiyle yakından ilgili, burjuvaların ise buna cevabı yoktur aslında, öte yandan bu eleştiri burjuva toplumunun gölgesinden kurtuluncaya kadar devam ettirilebilir ve benim asıl söylemek istediğim de bu. Marx, burjuva romantik eleştirisiyle arasındaki mesafeyi korudu ve eleştirinin geriye dönme fantazisinden başka birşey olmadığını söyledi, bu anlamda Marx romantik değildir. Onun eserlerinin gelişimini izleyen birisi Hegelci diyalektik yaklaşımdaki romantik opsiyonu ihmal etmediğini de fark edecektir, ama burada eleştiriyi uç sınırlara kadar götürüp diyalektik Marksist yaklaşımı öne çıkartmaya başladığını da göreceklerdir. Özetle Marx, romantik değil ama burjuva toplumunun romantik eleştirisini de yakından biliyordu., doalyısıyla Marx'ta kapitalizmin romantik eleştirisi daha fazla gelişim, ona tepki olarak gelişen hareketin içerisinde anlaşılması gereken bir durumu izah ediyor. Burada herşeyin tepki olmadığını romantik sol, sosyalistler ve anarşistlerin de bu tepkiselliğin içerisinde yer aldığını unutmamak gerekir. Romantik sol geriye dönmek istemez, geçmişin gelecek içerisinde değişmesini arzu eder fakat Marx, burada da eleştirisini sunarken gelecekten çok geçmişi referans alarak argümanlarını kurduğunu görüyoruz. Tam bu nokta Ekonomi- politikayı anlamak için iyi bir nokta. 



Marx'a göre farklı referans noktalarını öne çıkaran Sismondi üzerine Komünist Manifesto'da bir bölüm vardır, orada Sismondi'nin pozisyonu küçük burjuvazinin reaksiyonu olarak ele alınır , fakat Sismondi, kaptalizmin krzini, köylülerin yoksullaşmasını iş kavramının yıkıcılığını ilk ele alan kişi olduğunu söyleyen insan olarak da hakkı teslim edilir. Sismondi, çoğu zaman Marx'a yakın görüşler belirterek, küçük burjuvazinin geçmişi yeniden yaratma isteği noktasında bir kapitalizm eleştirisi sunar. Benzer değerdeki eleştiriyi Balzac'da da görürüz; o monarşinin restorasyonundan yana tepkisel bir yazardır ama burjuva toplumuna dair analizleri Marx ve Engels'inki kadar değerlidir, kaldı ki her ikisi de burjuva toplumuna dair eleştirilerin çoğunu Balzac'dan öğrendiklerini söylerler ve bu anlamda Marx-Engels ve Balzac aynı noktadadırlar.

Öncelikli durumu aklımızda tutalım: Marksizmin, romantizmle ve romantizmin  eleştirisindeki araçları İngiliz ekonomi politiği, Fransız sosyalizmi ve de Hegelci diyalektiktir. Bunlar kolaylıkla seçilebilecek araçlardır ama buna bir dördüncüsünü de ekleyebiliriz; Marx ve Engels'in diğer eserlerinden farklı olarak romantizme, romantik aşkın geri alınması, geçmişin değiştirilmesine dair argümanlar Felsefenin Sefaleti'nde yer bulur, dostluk, arkadaşlık gibi kavramlar ticari kapitalizm şartlarında anlam kaymasına uğradığı tespit edilir.