Recommended Post Slide Out For Blogger

25 Kasım 2014 Salı

Michael Löwy'le eko-sosyalizm üzerine derinlemesine bir röportaj

Şilili gazeteci Marco Alvarez, yazar Miachael Löwy'le eko-sosyalizm, anti- kapitaist sosyal hareketler ve yeni enternasyonalizm üzerine bir röportaj gerçekleştirmiş.Zihin açıcı röportajda Löwy, son 25 yıla damgasını vuran neo- liberalizm karşıtı hareketlerin hakkını teslim ettikten sonra eko-sosyalizm kavramının esinlendiği düşünceyi açıklıyor. Löwy'e göre Marx, yalnızca Kapitalist üretim biçimini değil, üretim kavramına dair de radikal bir eleştiri sundu. Doğanın tehrip edilmediği, çalışmanın dışında, aşka, oyuna daha fazla zaman yaratmanın bir aracı olarak çalışma fikri aynı zamanda üretiminde yeniden organize edilmesini gerektirir. Eko-sosyalizm, ihtiyaca göre, dayanışmacı, demokratik ve doğayı tahrip etmeyen bir modeli içerir ve bugünden itibaren yapılabilir 'Paranın krallığını' ortadan kaldırmayı hedefleyen bir dünya arzusuyla Löwy'le yapılan röportajı aktarıyorum.


Marco Álvarez : Michael,Latin Amerika'da Marksizm (Alan Yayınları) kitabında, bölgedeki devrimci mücadeleleri üç periyoda ayırmıştın. 1920'ler, 1930'lu yılların ortasından Mariategui'den (Jose Carlos)  esinle El Salvador'daki ayaklanma, ardından gelişen Stalinist dönem, Sovyet hegemonyası, Küba devriminden sonraki devrimci dönem... Benzer klasifikasyona bağlı kalırsak, son yirmi beş yılın karakteristik özellikleri nelerdir? 

Michael Löwy. Güzel soru... Küba devriminden bugüne kadar gelinen süreci değerlendirmek zor, bir yandan 1990'larda Sandinistaların yenilgisi, El Salvador'da barışın imzalanması var ve buradan bakınca gelecek hakkında öngörü yapmak da zor. Başka bir pencereden bakarsak, 1959'daki devrimci dönem kapanmış olsa da son yirmi beş yılı, neo-lberalizm karşıtı mücadele olarak değerlendirebiliriz, zira neo-liberal ekonomiden çıkış arayan ülkelerin varlığına tanık olduk. İyi niyetli bir tezle 21.yüzyılın sosyalzminden bahsedebiliriz ve sosyal hareketliliklere bakarsanız ufukta umutlu bir geleceği görebiliriz. Bana göre son yirmi beş yılın bölgede öne çıkan karakteristik özellikleri;  1- Klasik sol hareketlerin sınırlarına varması ve Marksist referanslardan büyük savrulma 2- Solun seçim zaferleri -ki burada da sosyal- liberal Brezilya, Şili, Uruguay'daki hükümetlerle Venezuela, Bolivya ve Ekvador'daki anti- emperyalist hükümetler arasındaki farkı da görmek gerekir- 

Şili'de 2011'den bu yana sosyal sınıflar arasında büyük bir keskinleşme yaşanıyor. Öğrenciler, yerliler hareket içerisinde sizce bu tip hareketlerin anti- kapitalist mücadele içindek değeri nedir? 


Şili'deki öğrenci hareketleri ve Mapuche'lerin eylemleri Latin Amerika'da son yılların en önemli hareketleri. Sanırım anti- kapitalist mücadele içerisinde yer alanlar, bu hareketlerin neo-liberal sistemle ilintisini anlayıp destek olmak zorundalar.

Marksizm tarihi içerisinde Walter Benjamin ve Rosa Luxembourg'un yetkin örnekler verdiğini ileri sürüyorsunuz. Şu andan bakıldığında hangisi güncel duruma uygun referanslar içeriyor? 

 İkisi de sınıf mücadelesi düşüncesi temelinde ortaklık taşıyor. Rosa Luxemburg, pratik felsefe konusunda daha radikal; kollektif mücadeleye yatkın, sınıf ücadelesinin baskılardan uzakta geliştirilmesi fikrine bağlı, bu anlamda gerçek demokratik ilişkilerin, sosyal devrim konusunda kararların alınış biçimi itibariyle hala önemli bir referans noktası. Walter Benjamin, tarihin yeniden anlaşılması 'yolundan sapmış fikri' düzeltme noktasından bakıyor. Onun bakışı burjuva fikrinin reddidir ve bu anlamda solla iyi bir ortak paylaşımı var. Tarihselgelişim içerisinde zihinleri körelten 'gelişmeci' eğilimin kırılması olarak görülmeli Benjamin'in düşünceleri.


Yakınlarda Daniel Bensaid'in Troçkizm üzerine yeni kitabı yayınlanacak. Siz de uzun zamandır Troçkist hareket içindeydiniz, Bensaid'in fikirlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Birçok fikrini paylaşıyorum, fakat bana öyle geliyor ki onun Lucien Goldmann'ın Marksist heterodoksi üzerine çalışmaları oldukça ilham verici, 'melankolik iddia' önemli bir kavramlaştırma. İddia, çünkü hiçkimse sosyalizmin kesin başarısını garanti edemez, devrimcilik geleceğe dair iddialı olmaktır, umut ederek, başarısızlığa kıyasla iddiayı hayatına uygulayarak varoluş şeklidir bu. 'Melankoli' kavramı (Bkz. İsyan ve Melankoli- Versus Yay.) ı) Rosa Luxemburg, Che Guevera, Troçki, Miguel Enriquez (Şili- MIR) hepsi devrimci, hepsi de öldürüldü.

Wallerstein: Dünyanın kurtuluşu için NATO'dan vazgeçmek gerekir

Tarihçi Immanuel Wallerstein, NATO'yu ortaya çıkaran koşulları özetle geçtikten sonra, yalnızca rakibini değil, 'kendi uydularını kontrol altında tutmaları için bir mekanizma' haline gelen kurumun 1991'de Yugoslavya'ya müdahaleyle nasıl değiştiğini belirtiyor. Peki, Afganistan, Irak ve son olarak Suriye'ye müdahale aracı haline gelen NATO'ya hala neden ihtiyaç duyuluyor? Yazara göre bu sorunun bir cevabı Ukrayna'da belirdiği gibi 'ABD'nin müttefiklerini de kontrol etmek için bu aygıta ihtiyaç duyması', bu anlamda yine yazara göre 'dünyanın kurtuluşu için NATO'dan vazgeçmek gerekir.' sendika. org'un çevirisyle Wallerstein'in makalesini paylaşıyorum. 

dır1991’den sonra NATO kendine dünyadaki sorunlara siyasi çözüm olarak uygulayan bir dünya polisi rolü verdi. Birinci büyük çaba ABD hükümetinin de Kosova devletinin kurulması ve Sırbistan rejiminin değişimi yönünde ağırlık koyduğu Kosova/Sırbistan çatışmasında ortaya çıktı. NATO’dan vazgeçmek aklıselim ve dünyanın kurtuluşu yolunda bir ilk adım olacaktır.


Resmi anlatı, 1945 (veya 1946) ve 1989 (veya 1991) yılları arasında ABD ve Sovyetler Birliği'nin (SSCB) devamlı olarak siyasi, askeri ve hepsinden önemlisi ideolojik olarak karşı karşıya olduğu sırada oluştu. Bu sürece “soğuk savaş” adı verildi. Eğer bu bir savaşsa “soğuk” kelimesine vurgu yapmak lazım çünkü süreç boyunca her iki güç birbirilerine karşı herhangi bir askeri harekat düzenlemedi. Fakat soğuk savaşa birtakım kurumsal tepkiler de oluştu, bu tepkilerin hepsi SSCB’den değil birinci adımı atan ABD tarafından geldi. 1949’da, Almanya’yı işgal eden üç batı ülkesi Almanya Federal Cumhuriyetini (FRG) oluşturabilmek amacıyla bölgelerini bir araya getirdi.  Sovyetler Birliği buna kendi bölgelerini Almanya Demokratik Cumhuriyeti (GDR) olarak yeniden düzenleyerek cevap verdi.

1949’da on iki ülke tarafından NATO kuruldu. 5 Mayıs 1955’te üç batılı güç Federal Almanya’nın bağımsız bir devlet olduğunu kabul ederek işgallerine resmi olarak son verdi. Dört gün sonra Federal Almanya’nın NATO üyeliği kabul edildi. Buna cevap olarak SSCB Varşova Paktı’nı kurdu ve Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ni üye yaptı. NATO’yu oluşturan antlaşmanın sadece Avrupa içinde uygulanacağı tahmin ediliyordu. Bunun bir nedeni batı Avrupa ülkelerinden bazılarının halen Avrupa dışında sömürgelerinin bulunması ve bu sömürgelere ilişkin alınan siyasi kararlara herhangi bir birimin müdahale etme yetkisi elde etmesini engellemek istemesiydi. İki taraf arasındaki gergin karşı karşıya gelişlerin yaşandığı Berlin kuşatması, Küba füze krizi gibi momentlerin hepsi, önceki duruma geri dönülmesiyle sonuçlandı. Paktlar dahilinde en önemli askeri müdahaleler çağrıları SSCB’nin kendi bölgesinde tehlikeli saydığı gelişmelere karşı 1956’da Macaristan, 1968’de Çekoslovakya, 1981’de Polonya müdahaleleri için yaptığı çağrılardı. ABD de siyasi olarak aynı koşullar içinde örneğin İtalya’da İtalyan Komünist Partisinin iktidara gelme olasılığı karşısında müdahalede bulundu.

Bu kısa özet soğuk savaşın esas amaçlarına işaret etmektedir. Soğuk savaş (çok uzak gelecekteki bazı anlar hariç) diğer tarafın siyasi gerçekliklerini dönüştürmek anlamına gelmiyordu. Soğuk savaş her iki taraf için dünyayı iki küreye bölerek (üçte biri SSCB’ye ve üçte ikisi ABD’ye olmak üzere) uzun vadeli olarak paylaşmalarına dayalı fiili bir anlaşmayı devam ettirirken kendi uydularını kontrol altında tutmaları için bir mekanizmadır. Her iki taraf için de öncelik birbirilerine karşı askeri güç (özellikle nükleer silahlar) kullanmamalarını garanti altına almaktır. Bu “karşılıklı kesin yıkım”a karşı bir garanti olarak bilinmekte.

18 Kasım 2014 Salı

İcat edilmiş bir cinayet şebekesi olarak Meksika devleti

Meksika’da devlet uyuşturucu kaçakçılarının ve siyasetçilerin toplumu kontrol etmek için birleştiği bir cinayet kurumuna dönüştüğünü belirten yazar Raul Zibechi, Meksika devriminin yeniden inşaa edilmesi gerektiğini vurguluyor. Bülent Kale'nin tlaxacala için çevirdiği makaleyi paylaşıyorum. 
“Canlı götürdüler, canlı istiyoruz” diye haykırıyor María Ester Contreras, zorla kaybedilmelere konusundaki çalışmaları nedeniyle Fundem (Fuerzas Unidas por Nuestros Desaparecidos en México - Meksika’da Kaybedilen Yakınlarımız için Birleşik Güçler) kolektifine verilen Tata Vasco ödülünü onlar adına almaya çıktığı Pueblo Ibero Amerikan Üniversitesi’ndeki sahnede ve onunla birlikte havaya kalkan yirmi yumruk daha haykırıyor aynı sloganı. Sahne tüyler ürperticiydi, çünkü aileler, neredeyse tüm kayıp anneleri ve kız kardeşleri XI. İnsan Hakları Forumu’nda her söz alışlarında gözyaşlarına ve hıçkırıklara boğuluyor ve bir türlü engel olamıyorlardı buna.
Arjantin ve Uruguay’dan bildiğimiz zorla kaybetmelerle hiçbir akrabalığı yok bu ülkede yaşananların. Meksika’da militanlara saldırmak, onlara işkence etmek ve onları ortadan kaldırmakla hiçbir ilgisi yok olanların, çok daha karmaşık ve korkunç bir şey söz konusu burada. Bir anne oğlunun nasıl kaybedildiğini anlatıyor, IBM için çalışan bir bilgisayar mühendisi olan oğlu narko tarafından kendileri için bir internet ağı kurmaya zorlanmak için kaçırılmış. “Bir başkasının başına da gelebilir” diye uyarıyor, tüm toplumun menzilde olduğunu bu yüzden de kimsenin bu meseleye uzak durmaması gerektiğini söylüyor.
Fundem kolektifi 2009 yılında Coahuila eyaletinde kuruldu ve zorla kaybedilen 423 yakınını arayan 120 aileyi bir araya getirmeyi başardı, kolektif aynı zamanda Meksika sınırları içinde kaybedilen 300 Orta Amerikalı göçmeni arayan Hakikat ve Adalet Ağı’yla da işbirliği yapıyor. Meksika’nın eski Devlet Başkanı Felipe Calderón kaybedilen insanların trajedisini önemsiz göstermeye çalışarak “tali sivil kayıplar” diye adlandırmıştı onları. “Onlar hiçbir zaman kaybedilmemesi gereken varlıklar” diye yanıtlıyor bugün Contreras.

Fundem’in Mayıs ayında gerçekleştirilen Üçüncü Onur Yürüyüşü münasebetiyle yayınladığı bir bildiri, Calderón’un “uyuşturucu trafiğine” savaş ilan ettiği 2006 yılından bu yana “Başbakanlık tarafından yayınlanan verilere göre Şubat 2013’e kadar 26.121 kişinin kaybedildiği”ni söylüyor. Birleşmiş Milletler’in yargısız infazlar konusunda çalışan uzman raportörü Christof Heyns ise Mayıs 2013’te Meksika hükümetinin Calderón’un 6 yıllık başkanlığı döneminde toplam 102.696 kişinin (ayda ortalama1.426 maktul) öldürüldüğünü kabul ettiğini açıkladı. Geçtiğimiz Mart ayında ise Haftalık gazete Zeta şu anda iktidarda olan Peña Nieto hükümetinin 14 aylık dönemi içinde toplam 23.640 (ayda 1.688) kişinin öldürüldüğünü hesaplıyordu.
Al Jazeera haber kanalı İŞİD'ın  eliyle gerçekleşen ölümleri Meksika uyuşturucu kartelinin katliamlarıyla karşılaştırdığı bir haber analiz yayınladı. Irak’ta 2014 yılında IŞİD,  9 bin sivilin canına kıymıştı, aynı dönemde Meksika kartellerinin kurbanlarının sayısı 16 binden fazlaydı (Russia Today, 21 Ekim 2014). Karteller her yıl yüzlerce toplu infaz gerçekleştiriyorlar. Artık kurbanların bedenlerini parçalayıp birbirinden ayırmaya da başladılar; daha sonra halka dehşet salmak amacıyla sergilemek için. “Yine aynı amaçla, karteller çocuklara ve kadınlara da saldırıyorlar ve tıpkı İD’nin yaptığı gibi işledikleri cinayetlerim görüntülerini sosyal ağlarda yayınlıyorlar.”

14 Kasım 2014 Cuma

ABD'nin hayalindeki Ortadoğu haritası; Sünnistan, Şiistan, Kuzey Suudi Arabistan...





Fransız yazar Thierry Meyssan, ABD'nin iki yıl içerisinde Ortadoğu stratejisinin nasıl değiştiğini harita üzerinden gösteriyor. ABD'li general Ralph Peters'in öne sürdüğü haritada Kürdistan topraklarının genişlemesi, Irak'ta sünni bir devletin kurulması ve İsrail'in 1967 savaşı öncesi konumuna gelmesi öngörülüyordu. Dizayn edilen ikinci haritada ise; Suriye toprakları yüzde 75 küçültülerek Sünnistan oluşturulmuş, Suudi Arabistan parçalanmış ve Kuzey Irak'taki Kürt yönetimi de varolan sınırlarında gösterilmiş. İki yıl içerisinde ne değişti? IŞİD'ın Kobane'de direnişle karşılaşması, Suriye'de Esad rejiminin savaşa devam etmesi, İran'la ABD arasındaki yakınlaşma. Daha derin analizler de yapmak mümkün ama ABD'nin stratejik değişimini görmek için Meyssan'ın dikkat çektiği haritayı ve yorumunu paylaşıyorum.

Washington, hala Suriye Arap Cumhuriyeti'nn tamamen yok olmasını istemiyor ve koalisyonun kendi aralarındaki sorunlarının da payını gözeterek, Suriye'nin kaosa teslim olmasından yana değil. Libya ve Irak'tan farklı olarak Suriye'deki kaosun, sınırı olduğu İsrail'e sıçraması ihtimali, ABD için düşünülecek bir durum değil. ABD 2011'den beri general Ralph Peters'in öne sürdüğü ve Hamilton - Baker- Komisyonu'nda ele alınan 'genişletilmiş Ortadoğu Projesi'ni revize ederek yola devam ediyor.(Yukarıdaki harita)

 2013 haziran ayında Alman  neo-con Martin Kobler'in BM Genel Sekreteri Ban-Ki- Moon'a sunduğu ve daha sonraları gazeteci Robin Wright'ın yayınladığı haritada (aşağıda) durumun değiştiğini görmek de mümkün. 



Suriye ordusunun bir yılı aşkın süredir zaferler kazanması, Washington'un ilk planın hayata geçirilmesi konusunda güven kaybına uğramasına neden oldu, aynı günlerde Obama, yeni bir imkan yaratmak için İran'la yakınlaşmaya çalıştı. Şu an İran'ın kafasından geçen ilk plan 'IŞİD'ı bertaraf etmek', Irak ve Suriye'de cihatçı etkinliğini yok ederek
 statu quo ante bellum'a, (savaş öncesi statüko)dönmek.

Hizbullah lideri Hassan Nasrallah, Aşura Günü'nde, 'Sünnistan'ın genişlediği haritanın Suudi Arabistan'ın işine yaradığını ve uzun vadede Wahabi düşüncesinin yaygınlaştırılmasını amaçladığını' belirtmişti. Öte yandan Fransa Dışişleri Bakanı Laurent Fabius'un 3 kasımda ABD ve Suudi Arabistan'la yapılan müzakereler sonucunda 'Halep'i kurtarmak' ve ardından Suriye rejimini düşürmek projesinin de Fransa'nın kötü diplomasisinin parçası olduğunu kaydetmek gerekir, tabi Fransa ile Suudi Arabistan, Riyad'da Lübnan ordusunun modernizasyonu için yapılan anlaşmayı da büyük ülkelerin harita üzerinden strateji değiştirmesinin parçası olarak da okumak gerekir. Büyük ihtimalle Lübnan'da Hizbullah'a eş bir güç oluşturulma niyeti var, Suudi Arabistan'ın da cihatçılarla arasına mesafe koyma girişimi olarak değerlendirilebilinir bu anlaşma. Sonuçta koalisyon güçleri acilen kendi aralarındaki anlaşmazlıklara yoğunlaşarak zaten başarı şansı zayıf olan stratejilerine yoğunlaşmak durumunda kalmış görünüyor. 



11 Kasım 2014 Salı

Zizek: Kazanma arzusu olmayan sol hareketlerden sıkıldım



İspanyol gazeteciler İlya Topper ve Alejandro Luque, Sloven felsefeci Slavoj Zizek'e katıldığı bir konferans esnasında telefonla ulaşmış ve filozofa sol hareketlerin geleceği, son dönemin siyasal gelişmeleri hakkında sorular sormuş. 'İktidar talebi olmayan soldan sıkıldığını' belirten Zizek, kısaltarak aktardığım röportajında, Yunanistan'daki Syriza hareketini iktidar olasılığı için önemsediğini, küresel ortak bir hareketin gerekliliğine vurgu yapıyor. 'Leninist olmadığını' söyleyen Zizek, 'Mısır'daki Tahrir ve Türkiye'deki Gezi eylemlerinin sınır noktasına vardığını, küresel kapitalizmin dinamiklerinin fundamentalist hareketlerden beslendiğini' belirterek kafa açıcı bir röportaj vermiş, aktarıyorum.

Avrupa solunun en önemli düşünürleri arasındasınız, bu size ağırlık veriyor mu?

Evet, fakat benim mesajlarım kötümser oldu, sol hareket burada olduğu gibi hala krize ve yeni sol kavramına odaklanmış durumda. İki üç yıldır protesto gösterileri yoğunlaştı, neye karşıyız.? Kapitalist reform ideali mi var? Ben bu sorular üzerinden gidip problemlerin çözümü için fonksiyonel cevaplar aramayı yeğliyorum ama henüz cevaplar üzerine yoğunlaşmadım. 

Uri Avnery, (İsrailli gazeteci) 'İsrail solunun herşeye sıfırdan başlamaya ihtiyacı var' dedi, yanlışları ortaya koyarak böyle bir çıkış mümkün olur mu? 

 Kesinlikle hem fikrim, tıpkı Alan Badiou'nun geçen yüzyılın sonunda söylediği gibi.  Yirminci yüzyıl solunun bütün formları, Stalinist Komünizm, sosyal demokrat iyi devlet anlayışı, hareketin devamlılığını esas görmek, doğrudan demokrasi hayalleri, otonom komün deneyimlerinin hepsi sanırım bir çözüm üretemeyecek.

Fakat siz Yunanistan'da Syriza'yı ve Alexis Tsipras'ı umut olarak gösterdiniz...
 

Evet, niye biliyor musun? Asla iktidar olmayı düşünmeyen marjinal soldan sıkıldım, Syriza, iktidar olmaya gönüllü, karşılarına çıkacak sorunlar fazla ama gelecek seçimleri kazanabilirler. Bu, 2 milyon kamu alanındaki işsizin ve Avrupa'daki diğer işsizlerin durumunu etkileme potansiyeli olduğu için önemli olacak. Napoleon'un dediği gibi, 'saldır ve sonra gör'... Sol, düşünürlerden çok şey bekler halde Krugman, Stigliz gibi Keynesyen düşünürler de var burada ve ben kapitalizmin reformunun çözüm için düşünülemeyeceğini varsayanlar arasındayım. Bizim sorunumuz yerellerde demokrasi deneyimlerini geliştirmek değil, global bir organizasyon yaratmakta.

10 Kasım 2014 Pazartesi

Daha farklı bir dünya için alternatif bir örgütlenme şart

 'Massimo De Angelis, meselyi doğrudan ortaya koyuyor; 'yaşamlarımızı yeniden üretmenin devletler ve piyasalar tarafından sunulmayan, kapitalist olmayan yollarını inşa etmek acil bir gereklilik' haline geldi. Bugün herhangi bir iş kazasında, sivil katliamda, doğanın talan edilmesi çabasında, kadın cinayetinde karşımıza çıkan aslında iktidarların  zorladığı hayatın yarattığı sonuçları. Angelis alternatif oluşumları - ki müşterekleri örnek olarak gösteriyor- bu noktada alternatif bir hayatın üretilmesinin odağına koyuyor. Dayanışma ağlarının giderek genişlediği bir dünyada okunması gereken makaleyi paylaşıyorum.


Giderek daha da belirginleşiyor ki mevcut ekonomik, toplumsal ve çevresel krizler, dünyanın birçok yerinde insanların yaşam koşullarını kötüleştirmekte ve hatta toplumsal ve ekolojik yeniden üretimimize yönelik kıyamet gibi tehditler ortaya çıkarmakta. Küresel elitlerin bu krizlere verdikleri yanıtların bu sorunlara hiçbir çözüm getiremediği de açık. Aslında, stratejik ufuklarında ciddi bir paradigma değişimi yaşanmadıkça, bu cepheden hiç ümit yok. Mesele sadece hükümetlerin bankaları kurtarmak için sosyal harcamaları ve yardımları kesmeye devam etmesi değil. Neoliberalizmin krizi ile baş etmek için hayata geçirilen politikalara karşı mücadele yoğunlaştıkça, faşizmin postmodern bir formunun yükselişine tanıklık ediyoruz. Militarize bir polis gücünün ABD ve Avrupa’daki işgal hareketlerine karşı vahşi saldırıları, Ortadoğu’daki morgları ceset yığınları ile dolduran sonu gelmez sivil katliamları, bu trendin farklı boyutlarına işaret ediyor. Yine de, yeni toplumsal hareketler, örgütsel formlarının yenilenen yaratıcılığıyla her yerde mantar gibi çoğalıyorlar. Ilımlı medya bile, bu hareketlerin ifade ettiği kurucu iktidara karşı sergilediği kinizmine rağmen, farklı örnekler arasında paralellikler çizerek, alışkın olunmayan ittifaklar (örneğin ordu gazileri, işçiler ve öğrenciler) açığa çıkararak artık New York’tan Atina’ya, Kahire’den Madrid’e dolaşmakta olan bu halk isyanlarının makullüğünü ve ana akım medyanın sefaletini kabul etmeye başladı.

Bu bağlamda, yaşamlarımızı yeniden üretmenin devletler ve piyasalar tarafından sunulmayan, kapitalist olmayan yollarını inşa etmek açısından acil bir gereklilik söz konusu. Bu dergi (The Commoner) ilk çıkmaya başladığından bu yana, bu alternatiflerden “müşterekler” olarak bahsettik. Bu çabamızda yalnız değiliz. Bugün birçokları müşterekleri radikal biçimde yeni bir toplumsal sistemin tohumları olarak görüyor ve sermaye çevrimlerine içkin olan değerlere temelden zıt olan dayanışma, karşılıklı yardım, işbirliği, insanlığa ve çevreye saygı, yataycılık ve doğrudan demokrasi gibi değerlerin yön verdiği bu yeni sistemde, yeniden üretim, çeşitli türlerdeki kaynakları yeniden talep eden, paylaşan ve bir araya toplayan üretici topluluklarının doğrudan katılımından kaynak alıyor. Fakat bu dergiyi diğerlerinden ayıran şey, müştereklerin, toplumsal ve ekolojik metabolizmaya sermaye önceliklerinin hakim olduğu bir dünyada, bugün var olmak zorunda olduğunu ve bunların toplumsal yeniden üretim açısından nasıl bir tehdit teşkil ettikleri kabul etmektir. Dolayısıyla müşterekler (bunların gelişimi, birbirleri arasındaki ağ oluşumları, ayakta kalmaları) iktidar ilişkilerinin alanı içinde ele alınmalı ve yalnızca yaşamı yeniden üretmenin alternatif yolları olarak değil, potansiyel içererek genişleme ve çitleme hedefleri olmanın yanı sıra mücadele alanları olarak da görülmelidirler.
Bu iki anlama gelir: Birincisi, mevcut küresel kriz, bizleri kapitalizm altındaki yaşama alternatif oluşumlara ve toplumsal yeniden üretimin daha otonom formlarının inşasına dâhil olmaya zorlamakta. Ne devlet ne de piyasa ayakta kalmamızı garanti edemediğinden, müştereklerin gücü üzerine inşa edilmiş bir dönüşüm yolculuğuna çıkmak zorundayız. Fakat bunun için hem kendimiz hem de ekosistem açısından ayakta kalma zihniyetinin ötesine geçmemiz gerekiyor çünkü sermayeden farklı olarak bizim iktidarımızın gerçek kaynağı kendimizi yeniden üretmek için inşa ettiğimiz toplumsal ilişkilerdir. Nihai olarak, bu yolculuk öznelliklerimizi dönüştüren bir “ortaklaşmayı” ima eder.
İkinci olarak, müşterekler bir iktidar ilişkileri alanı dahilinde gelişirken, otonomilerinin karakteri ve toplumsal alanı ister istemez sermaye ile müzakere edilir. Fakat müzakere ancak müştereklerin oluşturulmuş olan gücü temelinde gerçekleştirilebilir. Ki bu da yeniden üretim sürecine katılanların tümünün yaşamı ve bedenini saygın ve özgür bir şekilde yeniden üretmenin gücüdür. The Commoner’ın Camille Barbagolla ve Silvia Federici’nin editörlüğünü yaptığı bu sayısının önemi buradan kaynaklanıyor.

Spinoza: Hayatın geometrisi ya da mesele uygun karşılaşmalar örgütlemektir


Ulus Baker'in daha önce Virgül dergisi'nde (Ekim- 1997) daha sonra körotonomedya'da yayınlanan makalesini paylaşıyorum.


Felsefenin büyük kitaplarının harikulade bir özelliği, hem "sokaktaki insan"ın okuyup anlayabileceği, hem de yalnızca işin "jargonundan" haberdar olan uzmanların, yani felsefecilerin başedebileceği iki ayrı düzlemde yazılmış olmalarıdır. Yayın dünyamıza üçüncü kez sessizce giren Spinoza'nın Ethica'sı işte bu tür kitaplar arasında belki de tarihsel önemi en yüksek olanlardandır. Sokaktaki insanın anlayabilmesi bütün teknik okuma zorluklarına karşı, yalnızca mümkün değil, zorunludur, çünkü orada yalnızca ve yalnızca --herkesin doğal olarak "fikir sahibi" olduğu-- "günlük hayattan", "yaşam pratiğinden", "tutkulardan", "imgelemden" ve "bireysel ya da kollektif" yaşamdan bahsediliyor. Buna karşın, ilk bakışta sokaktaki okuyucuyu belki de dehşete düşürebilecek sunuluş biçimi (Öklid geometrisi gibi, tanımlar, belitler, önermeler halinde düzenlenmiş "geometrik" bir sunum), sürekli olarak Tanrı'dan, Tözden, Sıfatlardan bahsedilmesi okurun cesaretini kırabilir. Oysa Spinoza'nın resmettiği "hayatın geometrisi"ydi --fikirlerin ve duygulanışların gündelik yaşamımızda olduğu kadar bütün varoluş hallerimizde (en mistik alanlara varıncaya dek) birbirlerini kovalayıp durdukları, birbirlerini etkiledikleri ve belirledikleri. Böyle bir yaşam portresi modern dünyamıza o kadar uygundur ki, Spinoza'yı günümüzün, hatta geleceğimizin filozofu olarak kabul etmek zorunda kalırız. Ve fikirlerin bir örgütlenmesi olarak felsefe geometrik bir yönteme bu yüzden ihtiyaç duyar --fikirlerden yeni fikirlerin türeyişi... Böylece eğer "geometrik sunuş"ta bir aykırılık görünüyorsa çözüm de hazırdır --Spinoza yöntemini ne kadar matematikleştirirse o kadar yetkin bir şekilde günlük bireysel yaşamın içine dalmaktadır...

Spinoza, eserinin ilk anlarından itibaren Tanrı'dan, Töz'den, Özler dünyasından filan bahsedip durur: ılginçtir, ne kadar Tanrıdan bahsederse çağdaşları ve ardılları tarafından o kadar "tanrıtanımazlıkla" suçlanmaktadır; ruhtan, tinden ne kadar bahsederse, o kadar "maddecilikle" suçlanmaktadır... Spinoza'yı ilk "modern" filozof olarak algılamanın yanlış olabilir, buna karşın ona ilk "laik filozof" diye tanımlayabiliriz: Bahsettiği Tanrı ne uhrevi dinlerin Tanrısıdır ne de sanıldığı gibi, Descartes gibilerine daha uygun düşen "felsefi Tanrı". Tek bir cümleyle ifade edersek, Spinoza Tanrısı, ezeli-ebedi ve bitimsiz bir üretim kudretidir; her şeyin kendisinden çıkabildiği bir varoluşun sonsuz akışıdır. Spinoza böyle bir Tanrıya mutlak bir ihtiyaç duyar; çünkü dar, sonlu ve belirsiz bir "öznellikle" başlayan bir felsefe (Bacon ile Descartes'ı, bir de Platon, Aristo gibi eskileri kastettiği anlaşılabilir) bize olsa olsa dar ve belirsiz "kavramlar" kazandıracaktır --Tıpkı Rönesans ressamlarının yepyeni biçimleri (çoğul perspektifler), yepyeni renk ve temaları serbest kılmak üzere, insan kalabalıklarının kısıtlı dünyasının "üstünde" yer alan ilahi dünyayı işlemeye girişmelerinde olduğu gibi, Spinoza'nın felsefesinde biçim bulan Tanrı da, kavramların büyük bir güçle fışkıracağı bir kaynak haline gelecektir --bir kavramlar jeneratörü... Dolayısıyla uhrevi dinlerin "kudreti krallarınkine benzetilen" Tanrısı'ndan çok uzaktır --nefret eden, intikamcı, ya da bağışlayıcı, sanki insan tutkularıyla bezenmiş... Bizzat kendisi doğa olduğu için doğal bir zorunlulukla eyler... Ve bu Tanrı, Spinoza bu konuda son derecede açıktır, pekala bilinebilir ve tıpkı bir üçgenin iç açılar toplamının dikaçılı bir üçgene eşit olduğu gibi kesin bir zorunlulukla ıspat edilebilir: Tanrı bir "inanç" ilkesine değil, "bilinebilirlik" ilkesine bağlıdır --kısacası o inanılacak bir merci değil, bilinecek bir varoluştur. Spinoza, yalnız ve yalnız bu açıdan "tanrıtanımaz"dır. 

İkinci paradoks da kolayca çözülebilir: Spinoza sürekli olarak ruhtan, bilgiden, zihinden, idealardan bahsedip durmasına karşın maddecilikle suçlanır --çünkü basitçe her türlü düşünmenin ve tinsel olgunun aynı zamanda "bedensel" olduğunu derinden kavramıştır. Bedeni, filozoflara "ne düşündüklerini ve nasıl düşündüklerini" anlamak için bir "model" olarak önermektedir: Spinoza'nın bu çağrısı aslında hem Hristiyan tipi ahlaka, hem de filozoflara (özellikle Descartes'a) karşı yöneltilmiş inanılmaz güçte bir protesto kılığındadır --insanlar bedenin ruha boyun eğeceği, onun iradesine tabi olacağı yüzlerce değişik ahlak sistemleri geliştirdiler; oysa bir uyurgezerin uyandığı zaman uykusunda ne yaptığını bilemeyişi gibi, bedenlerinin nelere kadir olduğunu bile bilmiyorlar... Ethica'yı çok yönlü bir bir kitap kılan da işte budur: Yalnızca bir ahlak kitabı değil, bir davranışlar bilimi, bir doğa felsefesi, bir siyaset ve bir varlıkbilim kitabı.

Beden nasıl bir model olabilir? Spinoza'nın bu modeli sunuşundaki mantık silsilesi o kadar sağlamdır ki, onu takip etmekten başka yapacak bir şey kalmıyor geriye: Bizde bir tarafta dış şeyleri temsil eden, dolayısıyla "nesnel gerçekliğe sahip" fikirler, öte tarafta da bu fikirlerin "belirlediği" "ruhsal haller", yani "duygular" (affectus) var. Günlük yaşam önce fikirlerin bir akışı, bir kovalamacası, bir çağrışımlar silsilesidir --tıpkı şiir okurken imgelerin birbiri adına ruhumuzu sarması gibi... ıkinci olarak nasıl bir fikirler silsilesi varsa, hayatımız "duyguların" birbirini takip edişiyle, birbirlerini yerlerinden söküp atmasıyla, birbirlerini kovalamalarıyla geçer. Bu durum, hem "sokakta" hem "tarihte" hem de Spinoza'nın Ethica'sının "geometrisinde" eş ölçüde geçerlidir. Ama "duyguları" belirleyecek olan fikirler gökten zembille inmezler --onlarla sokakta karşılaşırız, onlarla kitaplarda karşılaşırız, filmlerde, otobüs duraklarında beklerken, reklam tabelalarını seyrederken karşılaşırız --bu karşılaşmaların "bedensel" karşılaşmalar olmadığını söylemek budalalık değilse nedir?

4 Kasım 2014 Salı

Kobane; Ankara, Erbil, Washington üçgeninde acımasız bir oyun sahası




 Asia Times yazarı Pepe Escobar, Kobane'deki doğrudandemokrasi deneyiminin ne anlama geldiğini yazarken, IŞİD saldırılarını, 'sultan' olarak adlandırdığı Erdoğan'ın, Iraklı Kürtlerin ve de ABD'nin siyasal pozisyonuna da değiniyor. Escobar'a göre; 'İştar'ın (Zalimlere karşı çıkan tanrıça) halifenin ordusuna karşı verdiği mücadele onları çıldırtmaya tek başına yetse de stratejik önemi olmayan Kobane'nin düşmesi cihatçılar için Türkiye sınırında üs sahibi olma dışında anlamı yok.' Yazara göre Rojava deneyimi Washington, Erbil ve Ankara arasında acımasız bir oyunun parçası, uzun vadede hiçbir küresel aktör bu deneyimin yaşamasını istemez. Escobar'ın yazısını alternatif siyaset haber sitesi çevirmiş, paylaşıyorum.


Suriyeli Kürtlerin IŞİD’e karşı ümitsizce savaş verdiği Kobane’nin kadınlarına dikkat edin. Onlar ABD, Türkiye ve Irak Kürdistan’ı hükümetinin ihanetçi ajandalarına karşı da savaşıyorlar. Soru şu; kim galip gelecek?

Rojava üzerine konuşmakla başlayalım. Rojava’nın – kuzey Suriye’nin Kürt nüfusunun en yoğun olduğu üç bölgesi – tam olarak ne anlam ifade ettiği, cezaevindeki aktivist Kenan Kırkaya tarafından yazılan şu makalede aktarılıyor. Bu makalede Kırkaya, Rojava’nın “Kürtler veya Suriyeliler ya da Kürdistan için bölgesel anlamının çok ötesinde, kapitalist ulus devlet sisteminin hegemonyasına meydan okuyan devrimci bir modele ev sahipliği yaptığını” savunuyor.

Bir tarım bölgesi olan Kobane, Şam ile Rojava arasındaki bir anlaşmanın (“bize karşı rejim değişimi çabalarının parçası olmayın, biz de sizi rahat bırakalım”) mümkün kıldığı, demokrasi konusundaki bu şiddetsiz deneyin merkez üssü konumunda. Rojava’da, çok kültürlü ve çok dinli halk meclisleri üzerinden karar alınıyor. Her bir yereldeki üst düzey üç yetkili bir Kürt, bir Arap ve bir Asuri veya Ermeni Hıristiyan’dan oluşuyor; bunlardan en az birinin kadın olması zorunlu. Kürt olmayan azınlıkların kendi kurumları var ve kendi dillerini konuşuyorlar.

Pek çok kadın ve gençlik meclisi arasında, giderek daha da ün kazanan feminist bir ordu da var: YJA Star milisleri (Özgür Kadınlar Birliği, star ise Mezopotamya tanrıçası İştar’ı temsil ediyor). Sembolizm bundan daha güçlü olamazdı; düşünün, İştar (Mezopotamya) güçleri, bugün zalim bir Halifeye dönüşmüş olan IŞİD, yani İngilizce yazımı ile ISIS aslında bir Mısır tanrıçasına karşı  savaşıyor. Ana akım Batı medyası tarafından yayınlanan az sayıdaki makaleden birinde belirtildiği gibi, 1936’da İspanya’da faşizme karşı savaşan Uluslararası Tugaylar ile Rojava’da olanlar arasında epeyce kesişim noktası olması kaçınılmaz.