Recommended Post Slide Out For Blogger

31 Temmuz 2014 Perşembe

Suriye, Irak, Filistin; petrol savaşlarının yeni kurbanları



İsrail devletinin geleneksel reflekslerinden farklı olarak Gazze'ye yönelik bu son saldırıyı bir de bölgedeki enerji hatlarının yeniden dizayn edilmesinin bir ürünü olarak okuyun. Fransız yazar Thierry Meyssan, Suriye'deki savaşla İran-Şam petrol hattının yerini Suudi temelli petrol hattının aldığını ileri sürüyor. Meyysan, 2007'den bu yana bölgedeki petrol ve doğal gaz anlaşmalarını, bölgenin kaynaklarının son raddeye gelmiş olmasını da hesaba katarak politik alanın altında yatan çıkarları gözler önüne seriyor, paylaşıyorum. 


Bütün savaşlar farklı niyet ve çıkarlarla bir araya gelen koalisyonlar tarafından başlatılır ve niyetlere göre sürdürülür. Bu bakışla, Suriye'den Irak'a oradan da Filistin'e sıçrayan savaş, ABD'nin liderliğindeki bloğun, Ortadoğu'nun yeniden dizayn edilmesi (Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) ve  enerji kaynaklarının dünya pazarına açmak için halklara giriştiği bir saldırıdan bahsetmek gerekir. Bu noktada, enerji kaynaklarının dünya pazarlarına açılması meselesi iki şekilde değişim gösterebilir; yeni petrol kaynaklarının keşfi ve onların dağıtım hatları. NATO, Suriye savaşıyla Tahran- Şam tedarik hattını kesti ve Katar (ExxonMobile) ve Suudi Arabistan (Aramco) üzerinden bir hat kurmuş oldu, bu hat öne çıkartılacak. Bugün Irak'ın parçalanıp bir İslam Devleti kurulması kararı İran'ın dışlanarak Lübnan ve Filistin'in yalıtılmasını da beraberinde getiriyor. Bütün bu niyetler gazın Avrupa'ya daha yüksek karlarla satışının gerçekleşmesini beraberinde getirirken, Suriye gazının da tamamen kontrol altına alınmasıyla bu durumdan Rusya, İran ve Katar'ın etkileneceğini düşünmek hiç de abartılı olmayacaktır. 

NATO'nun bir başka niyeti de doğuda olası gaz potansiyelinin de şimdiden kontrolünü ele almaktır, zira herkes Akdeniz'in güneyindeki petrol yataklarının sonu var ve belki de 2030'a kadar nihayete ereceği tahmin edilen bu yatakların şimdiden paylaşılması gerekiyor. Buna yakın zamandan bir örnek vermek gerekirse; Norveç şirketi Ansis ve onunla birlikte çalışan Sogex gibi şirketler Suriye petrolünün illegal yöntemlerle dağıtılması işini gerçekleştiriyor, Ansis aynı zamanda Londra merkezli Fransız- ABD şirketi Veritas SSGT'yle de işbirliği içerisinde ve yapılan analizlere göre Suriye'deki gaz potansiyeli Katar'dakinden daha fazla.

Almanya ve ABD; öncesi olmayan ilişkinin geleceği



Sosyolog Immanuel Wallerstein, Almanya'nınABD'nin Berlin büyükelçisinde çalışan istihbarat şefinin ülkeden kovulmak istenmesiyle sonuçlanan istihbarat 'skandal'ı üzerinden, hegemonik gücünü yitiren ABD'nin istihbarat oyunlarına dikkat çekiyor. 'Kimsenin sonucunu henüz kestiremeyeceği' bir sürecin başlangıcına değinen Wallerstein'a göre 'Almanya, ABD'ye ne kadar güvenebileceği sorunsuna olduğu kadar acaba Rusya'ya güvenip güvenemeyeceğine de karar vermek durumunda. Wallerstain'ın makalesini paylaşıyorum. 

On haziranda Alman hükümeti, ABD'yle istihbarat açısından karşılıklı açık ilişkileri olmasına rağmen Berlin'deki CIA misyon şefinin ülkeyi acilen terk etmesini istedi. Peki bu olağan duruma rağmen neden görevden alınma isteği tantanalı bir şekilde kamuoyuna yansıtıldı? Peki, Federal Almanya ve ABD'nin 1945'den bu yana sürdürdüğü 'öncesi olmayan' ilişki türü bu olayla birlikte nasıl değerlendirilmeli?

Almanya ile ABD arasında yaşanan mesele Los Angeles Times'ın editoryal köşesinde ve Der Spiegel'de yayınlanan bir röportajda önemli bir şekilde ele alındı: İki yazı da son derece kötümser bir şekilde öncesi hesaba katılmadan, ilişki askıya alınmak isteniyorsa acil olarak meselenin ele alınması gerektiğine vurgu yapıyor. Los Angeles Times'da Jacob Heilbrun'un 'Almanya- ABD; bozulan ilişki' başlıklı yazısındaki 'bozulma' tabiri neredeyse yanlış bir anlayışın ifadesi, Heilbrun, farklı Alman yorumcuların değerlendirmelerine yer verdiği yazısını da bir uyarıyla noktalıyordu; ''Eğer, Obama, istihbarat faaliyetlerini kontrol altında tutamayacaksa, yöneticilerden de destek alarak Almanya'yla ilişkilere yeni bir yön vermeli.'

  Obama, uzun bir zamandır ABD istihbaratının hiçbir bilgiyi paylaşmaması nedeniyle zaten işbirliği içinde olduklarına da auf wiedersehen demişti. Eğer Heilburn, Der Spiegel'de çıkan röportajdan önce Washington'dan bir şeyler duymuş olsaydı, gelinene noktada biraz umutlu  olabilirdi.  Almanya'nın opsiyonu; Rusya mı, ABD mi?  başlığı uzun röportajların içinden hemencecik seçiliyor, röportajlardan birisinin başlığı ise; kırılmış vazodan düşen damla. 

29 Temmuz 2014 Salı

Bağdat; kaderi tanrının eline terk edilmiş kent

Beyrut'ta yaşayan İspanyol gazeteci Ethel Bonet, Bağdat'ta günlük hayatı yazmış, işgali bekleyen ama aslında çoktandır savaşın etkilerini yaşayan kentten manzaraları paylaşıyorum. 

Savaş 25 kilometreden daha yakında  ama Bağdat'ın sokaklarında 45 derece sıcaklığın altında hayatın eskisi gibi olmasa da normal seyri devam ediyor, oysa İslam Devleti'nin nihai amacı kuzeyden başlattığı ilerleyişini Bağdat'ta tamamlamak. 

Sıcak asfaltı bile eritmiş durumda, beton bloklar sokakları birbirinden ayırmış gibi duruyor ve duvarların ötesine eskiden farklı olarak fazla gelip geçenin olmaması, kentin ana meydanına hareket veren tek şey hava alanından başlayarak kimi zaman gönüllülerin de destek verdiği askeri kontrolmüş gibi duruyor. 

 Ayetullah Ali Sistan'nin fetvasının ardından Bağdat, Tikrit, Samarra gibi kentlerde üç milyona yakın gönüllü Irak ordusuna destek vermek için harekete geçti. Bağdat'ın güvenlikten sorumlularından Galib Zamili,  ''Musul'un İslam Devleti tarafından ele geçirilmesinden sonra güvenlik iki kat artırıldığını' söylüyor. Yeni güvenlik araçları arasında ise donanımlı elit Swat birlikleri dikkat çekiyor, ayrıca cihatçı savaşçılardan elde ettikleri bilgiler de güvenlik için kullanılıyor. Iraklılılara göre cihatçıların işgal planı Bağdat ve çevresinde insanların uykuya daldığı sıralarda gerçekleşmesi ihtimali yüksek. 

20 Temmuz 2014 Pazar

İsrail versiyonu Kürdistan Kürtlerin işine yarar mı?

Fransız yazar, Thierry Meyssan, İsrail devletinin kuruluşundan itibaren sürdürdüğü saldırgan politikaların temelde bir 'güvenlik alanı' yaratma stratejisine dayandığını ileri sürerek, bölgedeki güncel gelişmeleri değerlendiriyor. Bölgede, İslam devletinin kurulma olasılığı, Kürdistan'ın 'de facto' durum olmaktan çıkıp, bağımsızlığa yöneliyor olmasını değerlendiren Meyssan'a göre; Kürdistan'ın kurulması yönetilebilir, mikro devletler aracılığıyla genişletişmiş Ortadoğu stratejisi yürürlüğe girecek, Türkiye ise içi boşaltılmış bir Kürt sorunuyla uğraşma zorunda kalmayacak, PKK ise İsrail tarzı Kürdistan tehlikesine dikkat çekiyor, Meyssan'ın voltairenet.org'da çıkan yazısını paylaşıyorum. 

Siyasetçi, İsrail devletinin kurucusu David Ben Gourion’un tek taraflı olarak İsrail devletini ilan ederken, savunması İsrail çevresinde güvenli bir bölge varsayımına dayanıyordu. Dayandığı temel nokta, Avrupa’nın “adımlar” stratejisinin uygulamaya konulmasıydı: İsrail savaşları, İsrail’in topraklarında genişleme sağlama çabasını ve istenen başarı elde edilmemesi halinde, sınırlarında bulunan bölgeleri askerden arındırma girişimini hedefliyordu. Ancak, savunma silahı olarak füzelerin yaygın hale gelmesiyle birlikte, sabit uygulama, “adımlar” stratejisinin artık hiçbir şeyi garanti etmiyordu. Hal böyle olunca İsrail, 1999’da Golan tepelerini geri almada tereddüt geçirdi [1] ve 2000’de Hizbullah güçlerini taciz etmeye devam etmek yerine Güney Lübnan’dan çekilme kararını aldı.

Bu arada başka bir askeri doktrin empoze ediliyordu; bir ülkenin güvenliği, o ülkeye tehdit teşkil eden en uzak mesafedeki füzeleri bertaraf etme kapasitesine bağlıdır. Bu durumda, bir ülkenin karadan işgale maruz kalmadan korunması amacıyla sınırları etrafındaki bölgeleri askerden arındırma “adımlar” stratejisine uygulamaya koymanın yanı sıra, füze tehdidini nötralize etmek amacıyla düşman devletler sınırları ötesinde bir koruma dairesinin oluşturulması gerekiyordu. Bu ihtiyaçtan dolayı Güney Sudan (2011) ve yakınlarda da Kürdistan kuruluyor (2015 ?). İsrail böylece, yerine göre, Mısır’ı, Suriye’yi ve Lübnan’ı tehdit edebilecek.

Güney Sudan deneyimi, bu şekilde devlet kurmanın yapay bir karakterinin olduğunu gösteriyor. Şimdiki dünya konjonktürü dikkate alındığında, devletsiz bir devlet söz konusu; İsrail askeri güçlerini işgal etme durumunun olmadığı bölgeler. ABD bakış açısında konunun ele alınması halinde, Kürdistan’ın kurulması “Genişletilmiş Ortadoğu Projesinin” yeniden düzenlenmesinin bir etabıdır: Bölgenin, yönetilmesi kolay, homojen micro-etnik devletlere bölünmesi. İşte bundan dolayı Pentagon, talep edeni henüz ortada görünmeyen abonelik uygulamasına geçti.

Kapalı olarak yapılan bir toplantı sırasında, ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel ve Genel Kurmay Başkanı General Martin Dempsey ABD Kongre’sinde görev yapan parlamenterlere Irak’taki durum hakkında bilgi verdiler. Ebübekir El-Bağdadi’nin dosyası kaybolduğundan dolayı, 2004’te onun neden tutukladığı ve birkaç ay sonra neden serbest bırakıldığını [2] bilmedikleri iddia etmeleriyle kalmadılar, aynı zamanda, Irak’a müdahale anlamında herhangi planları olmadığını ve bölgeyi (ilan edilen) İslam halifeliğine ve Kürdistan’a bıraktıklarını açıkladılar [3].

Türkiye’nin bakış açısında gelince, kurulması düşünülen “Kürdistan’ın” gündeme gelmesi, aynı zamanda Türkiye’deki Kürt sorununa (çözüm yolu aranıyormuş gibi) içinin boşaltmasına yarıyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olası operasyonların hepsini Barzani ailesi kulağına fısıldadı. Diğer yandan, Türkiye parlamentosunda Türkiye Kürtleriyle görüşme yapmasına olanak sağlayan bir yasayı geçirdi: Kürt isyancıların silahsızlandırılmasına ve sisteme entegre edilmesine katkı sağlayacak parlamenterler adli soruşturmadan muaf tutulacaklar [4]. Başbakan Erdoğan, kendisine minnettar kalacak ve dış dünya nezdinde de Kürdistan’ı savunacağı Türkiye Kürtlerinin de desteğiyle Cumhurbaşkanı olmanın hesabını yapıyor. Çankaya çıktıktan sonra, yapılan açılım vecibelerine riayet etmesi ihtimali düşük düzeyde.

18 Temmuz 2014 Cuma

Gazze'nin anlatılmayan hikayesi



Independent gazetesi muhabiri Robert Fisk Filistin'e karşı İsrail'in sürdürdüğü saldırıyı analiz ederek, İsrail devletinin kendini haklı göstermek için ileri sürdüğü bütün argümanların geçmiştekilerinden hiç de farkı olmadığını ortaya koyuyor, Uri Avnery'den alıntılayarak ele aldığı olası IŞİD saldırısına karşı savunma refleksi de yazara göre olsa olsa devlet politikasının devamı. sendika. org'un çevirdiği makaleyi paylaşıyorum.

Bu öğleden sonraya (9 temmuz) kadar, ilk iki günün ölüm skoru 40′a 0, İsrail’in lehine. Ama şimdi anlatacağım Gazze hikayesini önümüzdeki saatlerde kimseden duymayacaksınız.


Bu mesele, memleket meselesi . Sederot’taki İsrailliler Gazze’deki Filistinlilerin roket saldırısı altındalar ve şimdi Filistinliler hak ettikleri cezayı alıyor. Şüphesiz. Ama bir dakika, tüm bu Filistinliler, bu 1,5 milyon insan nasıl oldu da Gazze’ye tıkıldı? Pekala, bir zamanlar aileleri şimdi İsrail denilen yerde yaşamışlardı, değil mi? Ve İsrail devleti kurulduğunda kapı dışarı edildiler ya da hayatlarını kurtarmak için kaçmak zorunda kaldılar.


Şimdi bir soluk alalım. 1948′in başlarında Sederot’ta yaşayan insanlar İsrailliler değil, Filistinli Araplardı. Huj adı verilen bir köyde yaşıyorlardı. İsrail’e düşman da değillerdi. İki yıl önce, aynı Araplar Yahudi Haganah savaşçılarını Britanya Ordusu’ndan saklamışlardı. Fakat 31 Mayıs 1948′de İsrail ordusu Huj’a çıkageldiğinde bütün Arapları Gazze Şeridine kovaladılar/sürdüler. Mülteci haline geldiler. İsrail’in ilk Başbakan’ı David Ben Gurion bu olay için “vicdansız ve haksız bir davranış” yorumunu yaptı. Çok yazık. Hujlu Filistinlilerin geri dönmesine hiçbir zaman izin verilmedi.


Bugün, Huj (şimdiki adıyla Sederot) kökenli 6 binden fazla Filistinli Gazze sefaletinde, bir zamanlar Huj olan yere ateş eden ve İsrail’in yok edilmesi gereken “teröristler” olarak gösterdiği insanların arasında yaşıyor. İlginç bir hikaye. Aynı şey İsrail’in kendini savunma hakkı için de geçerli. Bunu bugün yine duyduk. Ya Londra halkı İsrail halkı gibi roket saldırıları altında olsa? Karşılık vermez miydi? Aslında evet, ama biz Britanyalılar Hastings çevresindeki birkaç mil-kare mülteci kamplarına, daha önce Birleşik Krallık topraklarında yaşayan bir milyondan fazla insanı hapsetmiş değiliz.

15 Temmuz 2014 Salı

Spinoza ve aşk; bir karşılaşma süreci



Bilindiği kadarıyla Spinoza kişisel yaşamında aşkla bir kez karşılaştı. Spinoza ve Clara Maria arasındaki ilişki hayal kırıklığı, nefret ve tutku gibi duyguları uyandırdı, tıpkı eseri Etika'da anlattığı üzere. Guido Ceronetti'nin yazısını paylaşıyorum.


Baruch Spinoza'nın kalbinin, 'dışsal sebeplerden' dolayı, Latince ve müzik bilen ve Delf'in porselenleri arasında yarı gölgede kalmış genç Alman kız için atmaması düşünülemezdi. Spinoza, Latince profesörü Franz van der Ende'nin evine öğrenci olarak gitmiş ve bir seferinde genç, zengin Dirck Kerkrinck'in bir kolyeyi Clara Maria'ya hediye ettiğini görmüştü. Baruch, kızı bebekliğinden beri tanıyordu ve onun çiçek gibi olgunlaştığına tanıklık etmişti: Eğer tarihe kayıt geçilseydi, 1660'da sinagogun 'küçük kralı'nın, hayal kırıklığına uğramış ve ne kolye alacak parası ne de yolundan dönme isteğinin olmadığını yazardı, onların arasındaki Laetitia ve Tristitahikayesine benzer aşk- nefret ilişkisi beş yıl kadar sürdü.

Hollandalı'nın durumu için Kısa İncelemeler'de (Tanrı, İnsan ve İnsan Refahı Üzerine Kısa İnceleme) insanların eylemleriyle rüyalar arasında koşutluk kurduğu bazı noktaları dikkat çekebiliriz; Özgür iradeyle aşkı seçmenin iki yolu vardır, ya deneyimler vasıtasıyla iyi olanı keşfederiz ya da deneyimlenerek aktarılan büyük aşkların fikrini takip ederiz. Spinoza'nın Tractatus Thelogico Politicus'da doğrudan doğruya bu meseleyi olgunlaştırır; özgürlüğü hayata geçirmek imkansızdır, özellikle özgür olmaya ihtiyaç duyulmuyorsa. Genç filozof, 'sevmemek için, arzunun eksikliği yeterlidir ama arzuyu bilmemek kendini de bilmemektir' der çünkü ona göre; ' Bize zevk veren bir şey olmaksızın, ruhumuzun arzu ettiğimizle birleşmemesi imkansızdır'. Burada his tıpkı uzaktan bir canlının kokusunu duymak gibi soyut bir bağlayıcılık içeriyor.

Michael Löwy'den Avrupa'da aşırı sağın yükselişi üzerine 10 tez



Marksist yazar Michael Löwy, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oy oranlarını artıran ve yakın bir geçmişten bu yana güçlenen faşist hareketleri analiz ediyor. Solun faşizme dair klasik argümanlarının meseleyi anlamakta yeterli olmadığını ileri süren Löwy'e göre, Faşist göre uluslararası mücadele vermeden faşist tehlikeyi ortadan kaldırmak zor. Aşırı sağ hareketlerin yükselişi üzerine Löwy'nin tespitlerini paylaşıyorum.

I. Avrupa seçimleri, kıtanın büyük ülkelerinde yıllardır gözlenen eğilimlerin kesinlik kazandığı bir durumu ortaya çıkardı; aşırı sağın hayret verici yükselişi. Meselenin ele alınışı geçen yüzyılın başlarından gelen - 30'lu yıllar- örneklerine bakılmaksızın ele alındı. Aşırı sağ hareketler, büyük ülkelerde yüzde 10-20 arasında oy kazanırken, İngiltere, Fransa ve Danimarka'da bu oran yüzde 25-30 arasında gerçekleşti fakat etkisi seçim sonuçlarından daha fazlasını ifade ediyor; aşırı sağın 'klasik' fikirleri benzer biçimde liberal solun dengelerini bozdu. Fransa'da durum daha felaket, zira Ulusal Cephe bütün öngörüleri aşarak kötümser bir havanın oluşmasına neden oldu.


2. Ele aldığımız aşırı sağ hareketler, İsviçre'de PPS (İsviçre Halk Partisi) gibi, burjuvazinin güçlenmesine kadar mükemmel bir şekilde ona adapte olan, kurumsal bir süreci takip ediyor ve bu anlamda Yunanistan'daki Altın Şafak hareketinden farklı. Fakat yine de şoven ulusçuluk, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, göçmenlerden nefret ve bilhassa 'sonradan Avrupalı' olanlara karşı duyulan nefret, Avrupa'nın en eski halklarından olan Çingenelere karşı düşmanlık, İslamafobia ve Anti-komünizm konularında ortaklıkları söz konusu. Bunlarla birlikte birçok olayda aşırı sağcıların, Yahudi karşıtı eylemlerde yer aldığını, demokrasi dışı otoriter sistemleri benimsediğini, homofobik ve kadın düşmanı olduklarını da eklemek gerekir.

3. Faşizm ve anti-faşizmin geçmişte kalmış fenomenler olduğunu sanmak hata olurdu. Açık ki, bugün 1930'ların Almanyasındaki NSDAP'a kıyasla kitleleri yönlendirecek kadar büyük bir faşist parti yok ama çağımızda faşist partiler tek bir modelle de anılmıyor; İspanya'da Franko hareketi, Portekiz'de Salazar'ın öncü olduğu parti Almanya ve İtalya'dakinden epeyce farklıydı. Bu noktada Avrupa'da aşırı sağcı hareketler içerisinde Faşist ya da Neo- nazi olmaları önemli; Yunanistan'da Altın Şafak, Macaristan'da Jobbik, Ukrayna'da Svoboda ve Sağ sektör bir yanda yer alırken diğer yanda Ulusal Cephe (Fransa) FPÖ (Avusturya), Vlaams (Belçika) yer alırken, ilk grupta yer alan hareketler Faşizm ve Üçüncü Reich'le tarihsel bir bağ kurabiliyorlar. Danimarka, Hollanda ve İsviçre'deki partiler ise faşist köklere sahip olmasalar da diğerleriyle ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobi konusunda ortaklıkları söz konusu. Aşırı sağ hareketleri anlamak için öne sürülen argümanlar arasında sağ partilerin güç elde etmek için seçimlere giriyor olmaları oldukça kullanışlı fakat, Hitler'in Reichstag tarafından askeri güçlerin başına getirildiğini, mareşal Petain'in Fransa parlamentosu tarafından devlet başkanı seçildiğini de hatırlamak gerekir. Eğer Ulusal Cephe seçimlerin ardından iktidara gelirse bu hoş olmayan hipotez gerçekleşmiş olur ve bu da Fransız demokrasisinden geriye neyin kalabileceğini bize gösterir.

4- 2008'den beri devam eden ekonomik kriz Avrupa'yı harabeye çevirirken aşırı sağ, sola nispetle - Yunanistan tersi bir örnek- daha çok tercih edilir hale geldi. 1930'lu yıllardan bugüne kadar Avrupa'da iki karşıt güç arasındaki denge eşitsiz bir şekilde gelişti, hali hazırda devam eden krizle sağın yükselişi arasında bağ belki kurulabilir ama bu her şeyi açıklamaz; krizin en büyük mağduru olan İspanya ve Portekiz'de aşırı sağ marjinal bir hareket olarak kaldı. Yunanistan'da Altın Şafak etkinliğini artırmış olsa da radikal sol koalisyon krizden güçlü olarak çıkmayı başardı, öte yandan ekonomik krizden dolayımlı etkilenen İsviçre ve Avusturya'da aşırı sağ yüzde 20'lik bir oy potansiyeline erişti. dolayısıyla ekonomik nedenlere dayalı açıklamalarla çok az yol alabiliriz.

5- Şüphesiz tarihsel faktörlerin önemli rolü var; Yahudi düşmanlığının tarihi oldukça eski ve İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaklaşa mücadele verilmiş olması dahi bu kültürel sömürgeci zihniyeti değiştirmiş değil ve bunun en açık örneği Fransa'da Le Pen'in varlığıdır.

Tayland'da kadınların işgal fabrikası



Tayland'da bir fabrika, adı Try Arm. Yoğun sömürünün yaşandığı tekstil sektörüne ait bu fabrikanın diğerlerinen farkı ise, kadın işçiler tarafından yönetilmesi. Patronun üretimi durdurmasından sonra ele geçirilen fabrikada üretim koşulları yetersiz, ücretler diğer fabrikalara göre düşük olsa Try Arm'da çalışan kadınlar hallerinden memnun ve uluslararası dayanışmayla daha da büyüyecekleri günleri bekliyorlar.

“Burada diğer tekstil fabrikalarındaki gibi sömürü yok, bütün parayı çalışanlar paylaşıyor.'' Hayal gibi gelen bu kelimeler vızır vızır çalışan biçki makinaların arasında sarf ediliyor. Tekstil sektöründe bugüne kadar tüketicilerin eğilimlerine göre şekillenen üretim, özellikle son yıllarda Bangladeş'te olduğu gibi yetersiz koşullarda devam ettirilerek ölümlere yol açıyor, deyim yerindeyse tekstil ucuz iş gücünün olduğu bölgelere doğru kaymış durumda.

Tayland'ın başkenti Bangok'un dışında küçük bir fabrikal olan Try Arm'da ise başka bir yol seçilmiş. Fabrikadaki işlerin koordinasyonunu sağlayan Jittra Cotchadet bu durumu 'hepimiz, patronuz, koordinasyon var ama herkes eşit'' diye açıklıyor ve bu haliyle Tayland bir kez daha tekstil endüstrisi içerisinde imrenilecek ülke haline gelmiş durumda. 1980'li yıllarda ülkede hükümet çok az kalifiye beklenen tekstil ve gıda sektörünün endüstri haline gelmesi için bir program uygulamaya başlamış ve bunun neticesinde Tayland tekstil ürünü ihraç eden ülke haline gelmiş ve aynı şekilde sektördeki ücretler de komşu Kamboçya, Bangladeş ve Myanmar'a nazaran yüksek olsa da o ülkelerle benzer koşullar içinde kalmış.

Try Arm'da çalışan kadınların daha önce iş yaptığı uluslararası giyim markası Triumph başlangıçta pragmatik olarak ücretleri yüksek tutmuş ve bu yolla sendikal mücadelenin önünün tıkamış. Dönemin sendika liderlerinden Jittra, şartlar kötüleştiğinde dahi sendikayı fabrikalarında organize edemediklerini anlatıyor ama fabrikanın kaderi Triumph'un üretimi Bangkok'un dışına çıkarıp fabrikayı kapatmasıyla değişmiş. İşçi hakları için mücadele ettiğinden dolayı protesto edilen Jittra,'fabrika kapanınca herşeye elveda diyemezdik'diye durumu açıklamaya başlıyor. Önce fabrika kapandıktan sonra işsiz kalan 1900 işçi çalışma bakanlığı önünde fabrikanın yönetimine talip olmak için bir eylem gerçekleştirmiş ve eylem tazminatları karşılığı makinaların alınmasıyla sonuçlanmış. Fabrika yeniden açılmış ama üretim yapılacağına inanan yalnızca 35 kişi kalmış, Jittra, bu durumda 'ilk işlerinin kooperatif kurmak olduğunu' söylüyor.

Tehlikeli yakınlaşmalar; Irak, Suudi Arabistan, cihadistan

Yazar, Immanuel Wallerstein'a göre Irak ve Ortadoğu'nun yeniden dizayn edilmesinde IŞİD, önemli bir aktör olabilir ama düşmanlık kadar dostlukların da kaygan bir zeminde ilerlediği coğrafyada değişimin de olasılıklarından bahsediyor. İran ve Suudi Arabistan arasında 'düşmanlık' olarak ele alınan ilişkinin sünni bir devletin kurulması durumunda farklılaşabileceğini ileri süren Wallerstein, Mağrip'ten Afganistan'a uzanan ve Türklerin, Kürtlerin, Rusya'nın Çn'in dahil olacağı tarihsel uzlaşmanın gerekliliğini de ortaya koyuyor. 

C
ihatçı hareket- Irak-Şam İslam Devleti- sürpriz sayılabilecek bir başarıyla Irak'ın üçüncü büyük kenti Musul'u ele geçirerek, ülkenin kuzeyinde yoğunlaşıp güçlerini güneye Saddam Hüseyin'in doğduğu Tikrit ve Bağdat'a doğru yönlendirdi. Irak ordusu ise Kerkük'ü Kürtlere bırakarak parçalanmış bir görüntü arz ediyor. Bu süreçte IŞİD, Türk diplomat ve kamyoncularını da tutukladı, dolayısıyla ülkenin kuzey ve batısını kontrol altına alarak, Suriye'nin doğusundan başlayan bir bölgede varlığını hissettirmiş oldu, yorumcuların da kutsadığı gibi bölge, Cihadistan olarak anılmaya başlandı, cihatçı hareket de, olabildiğince geniş bir alanda şeriatın katı kurallarına bağlı bir halifelik rejimini yeniden kurma arayışı içine girmiş durumda.

Endişe ve korkulu bakışla izlenen cihatçı hareketin Orta Doğu'da jeopolitik konumlanışın yeniden dizayn edilmesinde önemli bir aktör olacağını beklemek mümkün. Bu coğrafya çelişkilerin birden bire dostluğa ve uzlaşmaya dönüştüğü, Fransızların deyimiyle 'düşman kardeşler'in iç içe yaşadığı bir bölge. Son yarım yüzyılda bu tip bir ilişkinin benzeri ABD Başkanı Richard Nixon'un Çin'i ziyaret ederek, Mao Ze Dung'la karşılaştığı ve ziyaret yoluyla modern dünya sisteminin yeniden dizayn edildiği süreçte yaşandı.