Recommended Post Slide Out For Blogger

4 Şubat 2015 Çarşamba

' Bugün demokrasi en iyi çokluklar arasında formüle ediliyor'

İtalya'da post-işçi geleneğinden ROAR, Marksist düşünürlerle- David Harvey, Serocko Horvat dahil- güncel meseleler üzerine görüşmeler gerçekleştirdi. İtalyan Marksist Antonio Negri'yle Lorenzo Cini ve Jerome Ross'un mülakatı da bu görüşmelerin parçası. Mülakatın 'başlama vuruşu' Negri'nin çalışmalarındaki artı değer üretiminin fabrikanın dışına, metropollere taşmasına dair teorik bir zeminde gerçekleşti. İkinci durak ise, -başlangıç noktasına bağlı kalarak-  Brezilya ve Türkiye örneğinde olduğu gibi kentlerdeki ayaklanmalar. Negri'ye göre her iki ülkedeki ayaklanmaların ortaklığı ikisinin de biyopolitik mücadele olması. Mülakat bu tanımlamayla birlikte İspanya, Yunanistan, Arap coğrafyasındaki mücadelelere kayıyor. Oldukça verimli geçen röportajın özü- bence- son cümlede: Demokrasi kavramını en iyi formüle eden çokluktur. Dünyadan çeviri kollektifinin paylaşımını aktarıyorum. 


Son yıllarda, sizin yaklaşımınızla Harvey’inki (David) arasında bir çakışma olmuş gibi görünüyor. Çalışmalarınızdaki en önemli üst üste düşmenin ne olduğunu düşünüyorsunuz ve ana fark veya gerilim olarak neyi görüyorsunuz?
Harvey’in aldığı pozisyonlar ile benim şu anki görüşleriminki arasında, en açık olarak da üretken emeğin, yaşayan emeğin – yani artı değer üretme kabiliyetine sahip olan emeğin – çağdaş dönüşümü konusunda çok net ve açık bir çakışma var gibi geliyor bana. Marx’ınThe Fragment on Machines’teki dilini kullanacak olursam, Harvey’in çalışmaları ile benimkiler arasında, değer formlarının dönüşümünün analizinde, yani büyük ölçekli sanayi yapılarına bağı ile değerden, toplumun yalnızca üretim alanında değil, aynı zamanda yeniden üretim ve dolaşımda da tamamen sermayenin mantığına tabi olduğu günümüzdeki duruma atılan adımda, kayda değer bir ortak zemin olduğunu söylerdim.
İtalyan işçiciliği [operaismo], 1970’ler sonunda hâlihazırda böyle bir analiz geliştirmiş ve o dönemde, kendisini daha geniş toplumsal alan içinde konuşlandıracak yeni mücadele formları önermişti, çünkü toplumsalın değer üretiminde bir mevki haline geldiğini anlamıştık. Artı değer üretiminin mevkisinde, fabrikadan daha geniş metropole doğru çok önemli bir kayma yaşandığını daha o yıllarda belirlemiştik. Ve bu aynı kayma, bence Harvey’in çalışmalarının da merkezi haline geldi. Bu temel bir nokta: buradan, hem artı değer elde etme meselesi hem de kârın ranta dönüşmesi meselesi çağdaş kapitalizmin Harvey’in ve benim geliştirdiğim eleştirel analizinin merkezi haline geldi.
Peki, o zaman farklar neler? Sanırım bu sadece bir şecere meselesi, bizi bu ortak analize getiren teorik güzergâh. Bu sonuçlara, aslında tüm bir işçici yaklaşımın dayandığı konsept olan emeğin niteliğindeki dönüşümünün analizinden başlayarak ulaştım. Yani, işçici “emeğin reddi” konseptinden başladım. Bu fikir ile, iki şeyi kastediyorduk. Bir yanda, bunu, kapitalist düzendeki temel norm olarak değer yasasının reddi olarak ele alıyorduk. Öte yanda bunu daha yapıcı bir şekilde, fabrikanın ötesinde, daha geniş bir toplumsal düzeydeki yeni iş üretkenliği formlarının tanınması çağrısı olarak yorumladık. Emeğin iç dönüşümünün bu Marxçı analizinden, Harvey’in ulaştığı – ve üzerine daha kapsamlı bir ampirik analiz geliştirdiği – aynı sonuçlara ulaştık.
Üretken emek konsepti ile ilgili söylemiş olduklarınızdan başlayarak, sizinle çağdaş mücadele formları ve bunların içeriği konusuna eğilmek istiyoruz. Michael Hardt ile birlikte kaleme aldığınız Commonwealth kitabınızda, bir zamanlar fabrikanın işçi sınıfı için ifade ettiği çokluğun bugün metropol olduğunu yazdınız. Bu paradigma değişiminin ışığında, Brezilya ve Türkiye gibi ülkelerde patlak veren son ayaklanmalarda, metropol yaşamının üretimi ve yeniden üretimi ile ilgili meselelerle bağlantılı bir dizi mücadeleyi, metropol düzeyinde verilen yeni bir sınıf mücadelesinin örnekleri olarak tanımlamak size isabetli geliyor mu?
Evet, hem de çok. Hem Türkiye’de hem de Brezilya’daki mücadeleler net şekilde biyo-politik mücadeleler. O zaman bu biyo-politik boyutu daha önce tartıştığımız yeni emek formları ile nasıl bağlantılandırabiliriz? Bu, Empire [İmparatorluk] üzerinde çalışmaya başladığımız 1995’ten beri Michael Hardt ile birlikte uğraştığımız bir mesele. Emek toplumsal emek haline geliyorsa, üretim ve kapitalist baskı toplumsal alanı yutuyorsa, bios meselesinin temel bir mesele halinde geldiğini düşündük. Refah devleti etrafında gelişen mücadeleler dizisi, sınıf mücadelesinin merkezi yönlerinden biri haline geliyordu. Bu keşif, üretken emeğin sadece (hatta esas olarak) maddi bir etkinlik olmadığını, aynı zamanda (ve çoğunlukla) maddi olmayan da bir etkinlik olduğunu anladığımızda, daha da önemli hale geldi. Yani bakımla, şefkatle, iletişimle bağlantılı ve genel hatlarıyla ‘jenerik olarak insan’ süreçleri ve etkinlikleri olarak adlandırabileceğimiz bir etkinlik.
Üretken sürecin temel olarak biyopolitik bir süreç haline nasıl geldiğini anlamamıza yardımcı olan şey, ‘jenerik olarak insan’a olan bu dikkatti. Sonuç olarak, politik olarak daha önemli mücadeleler, kendilerini biyopolitik alanda konuşlandıranlar haline geldi. Bu, daha somut kavramlarla ne anlama geliyordu? Kapsamlı ve nihai bir cevabımız yoktu. Evet, örneğin sağlığın ve eğitimin özelleştirilmesine karşı mücadele edilmesi gerektiğini sezebiliyorduk fakat daha sonra 2011’in müthiş mücadelelerinin bize gösterdiği şeyi tam olarak kavrayamıyorduk da. Biyopolitik diskurun tam olarak kendini ifade etmesi, yani çağdaş mücadelelerin yeni karakteri, bu mücadelelerle oldu. Ve metropolün bunun temel ortamı olduğu çok net hale geliyor. Bu demek değil ki her zaman öyle olacak, ancak bugün metropolün bu mücadelenin kritik mevkisi olduğu kesin.
Paris’te 1995’teki metropol grevi, bunu anlamamı sağlayan önemli bir olaydı. Paris gibi karmaşık ve boğumlu bir şehir, ulaşımdan başlayarak kenti bütün olarak bloke eden mücadeleyi tamamen destekledi. Bu mücadele, o yıllarda metropol sahnesinde ortaya çıkmakta olan çatışma ve bilgi formlarının işbirliğine dönük ve duygusal öğelerini paradigmasal anlamda ifade ediyordu. Bu yönlerin, işbirliği ve duygusal üretimle bağlantılı olarak, tamamen biyopolitik olan çağdaş metropol mücadelelerinin halen merkezinde olmaları tesadüf değil.
2011’de başlayan mücadele döngüsü, yeni bir kuruluş sürecinin olası doğumuna dair ipuçları verdi. Bugün bu hareketlerin birçoğu Michael Hardt ile birlikte, eski rejimin yeniden tesisine yol açan ‘termidoryen[1] kapanış’ olarak adlandırdığınız bir süreçle yüz yüze gibi görünüyor. Bu mücadelelerin şu anki durumunu nasıl analiz ediyorsunuz? Mevcut sonucu önlemek için neyi farklı yapmak gerekirdi?
Başlangıç olarak, bazı ayrımlar koymamız gerekiyor. Örneğin İspanya’daki seferberlik, bugün halen belirgin bir güce ve bir derece siyasal özgünlüğe sahip ve kısmen İspanya’nın, iç savaştan, tamamlanmamış demokratik geçişle Sosyalist Parti’nin başarısızlığına kadar, yirminci yüzyıldaki acılı tarihinden kaynak aldığı da görülmesi gereken, önemli bir fenomen teşkil ediyor.
Öte yandan, Occupy gibi, bilişim işçi sınıfının bir ifadesinden çok orta sınıfların seferberliği gibi görünen, çok daha muğlak bir fenomen söz konusu. Yine de, bu çok açık zayıflıkların ötesinde, Occupy bile önemli derecede bir özgünlük sergiledi, özellikle de borç ve finans kapital meselesi konusunda gelişen mücadele açısından.
Son olarak, bir süre dikkat verdiğimiz tek mesele olan ve ne yazık ki nihayetinde trajik şekilde sona eren Arap süreci var. Açık konuşursak, tek ‘termidoryen’ sonuç, görünürde demokratik ama özünde sahte bir düzenin tesis edildiği Tunus örneği oldu. Geri kalanı için, sadece devrimlerin başlangıcına şahitlik ettik, yani, başka her şeyden çok Bastille’in alınması. Her halükarda, son derece açık ifade edilmiş bu devrimci sürecin önünde daha çok zaman olduğuna ve şu anda halen olasılıklara açık olduğuna inanıyorum.
Bugüne kadar, bu devrimci süreç, Arap dünyasındaki yeni özgürlük güçlerinin, eski askeri ve feodal rejimlere inatçı bir muhalefet sergileyen bilişim işçilerinin varlığını ortaya koydu. Ancak Mısır, Suriye, Libya ve İran’da halen devasa bir sorun var ve bu, bu devletlerin ortaçağa özgü karakteri sorunu – son derece gerici ve baskıcı devletler. Dolayısıyla çeşitli Arap ülkelerinde 2011’de ekilen devrim tohumlarının, bazı yönlerden Avrupa’nın 1848’ine benzediğini düşünüyorum: devrimci bir sürece dair bir öngörü momenti. Ancak umuyorum ki en sonunda faşizmin ve nasyonal sosyalizmin yükselişini tetiklemiş olan milliyetçi düşünceyi ve pratiği üretmiş olan Avrupa’daki ile aynı şekilde sonuçlanmaz.
Bu korkuya rağmen, tarihin ilerici bir dinamiğine halen güçlü biçimde inanıyorum ve bu devrimci kopuşların gelecekte birçok Arap ülkesindeki feodal ve gerici siyasi ve sosyal düzeni yıkmayı başaracağından eminim.
Avrupa’daki günümüz mücadelelerine gelelim. Sandro Mezzadra ile 2014 Avrupa seçimlerinden hemen önce yazdığınız bir makaleden ve Yunan seçimlerinin hemen öncesinde yayınladığınız bir devam yazısından hareketle, size, hareketlerin mevcut kapitalist krize özgün bir alternatif olarak bir müşterek projesini ileriye taşıyabileceği tek örneğin Avrupa boyutu olduğunu düşünüp düşünmediğinizi sormak istiyoruz.
Bu kesinlikle bugün sorulabilecek en isabetli ve en önemli politik soru. Şu anda Avrupa’da, en düşük mücadele döngüsünün içindeyiz. Politik, sosyal ve ekonomik durum ne kadar kötü olursa, devrimci hareketin de o kadar güçlü olacağı şeklindeki teoriye inanmıyorum. Son derece olumsuz sonuçlar yaratan çok ciddi bir ekonomik krizle yüz yüzeyiz. Kapitalist düzen, şu an için, gerilemeyi ve mevcut hareketlerin evcilleşmesini başarılı bir şekilde istismar etti ve Fordist dönemin kitlesel işçisinin yenilgisini selamlayan post-Fordist üretken dönüşümü kolayca kontrol etmeyi becerdi. Bugün, çağdaş işgücünün ve daha genel olarak, bu kapitalist dönüşüm süreciyle birlikte ortaya çıkan, çağdaş üretken toplumun çıkarlarını ifade etme kabiliyetine sahip bir siyasi organizasyonun yokluğunda, 1970’lerdeki yenilgimizin sonuçlarını yaşıyoruz.
Ancak, bu olumsuz durumda, sermayenin krizin üstesinden gelip gelemeyeceğini ve gelirse bunu nasıl yapacağını halen dikkatli bir şekilde değerlendirmemiz gerekiyor. Örneğin, mevcut krizi, krizi düşen kâr oranlarının sonucu olarak gören Offe, Hirsche ve O’Connor tarafından üretilen metinler gibi 1970’ler literatürünün ışığında inceleyen Wolfgang Streeck’in analizine katılma eğilimindeyim. Ancak bu düşüş, işgücünün değer kaybetmesi, işgücünü kalkınmada merkezi bir oyuncu olarak değerlendirmedeki yetersizlik ile yakından bağlantılı.
Bir dizi noktada çok dikkatli olmak gerekiyor. Müştereğin bazı örneklerinin, müşterek mücadelesinin bazı taleplerinin “yönetim krizi” tarafından ve yönetim krizine ve tüm o müşterek yönetimi mekanizmalarına yeniden iltihak edilebileceği ve edildiği söylendiğinde, kapitalist yönetime bu iltihakın yaratıcı bir iltihak olmadığı genellikle gözden kaçırılıyor. Örneğin bu, Fordist ve Keynesçi paradigmada yaşanan ve bu iltihakın talepte bir yükselme yarattığı ve kendisini güçlü ve enerjik bir ekonomide gösterdiği işçi sınıfı asimilasyonuna benzemiyor.
Bugün, bu küçülmenin yürütücülerini bile soluksuz bırakan bir kapitalist küçülme ile yüz yüzeyiz. Bu bağlamda, son derece dikkatli olmamız gerekiyor çünkü elbette önemli bir krizle karakterize olan ancak ne sonuç çıkacağı hala belirsiz bir durumun tamamen karamsar bir okumasını yapmak gibi çok gerçek bir risk söz konusu.
Son olarak bazı Avrupa ülkelerinde gerçekleşmekte olan bir dizi siyasi fenomenin sergilediği yenilikle ilgili görüşlerinizi almak istiyoruz. Avrupa’da bugün bir kurucu süreç başlatma ve 21. yüzyıl komünizmine dayalı olarak ulusötesi bir siyasi proje yani müşterek pratiğine dayanan bir siyasi proje yaratma yeteneğine sahip siyasal bir organizasyon görüyor musunuz? Ve bunda, Syriza ve Podemos gibi yeni politik güçlerin öneminin ne olacağını düşünüyorsunuz?
Sorunuzu yanıtlamadan önce, son yıllarda bende bir sorun geliştiğini itiraf etmeliyim. 2011’deki mücadeleleri değerlendirmem istendiğinde, yataylık – veya en azından “illa ki yataylık” – meselesindeki eleştirel notlarıma odaklanmaktan kendimi alamıyorum. Bunu eleştirmeliyim çünkü yatay kendiliğindenliği kurumsal bir realiteye dönüştürmeyi haiz bir projenin veya siyasi gelişmenin olmadığını düşünüyorum. Aksine, bu yola öyle ya da böyle yön verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Elbette ortak programlar temelinde aşağıdan yönetim; fakat bu yolda kendisini kurma ve bu dönüşümü yönetme kabiliyetindeki bir örgütlü siyasi güce sahip olmanın önemini daima akılda tutarak.
Hareketlerin mevcut gücünün durumunun, bizi 2011’de ne olduğu konusunda kendimizi eleştirmeye zorladığını ve bu özeleştirinin siyasi örgüt meselesine odaklanması gerektiğini düşünüyorum. Kabul etmeliyiz ki, örneğin İtalya’daki Lista Tsipras deneyimi, Sandro Mezzadra ve diğer yoldaşlarla birlikte inanç ve ümitle karşılasak da, trajik bir başarısızlık oldu. Fakat öte yandan, başlangıçtan beri, SEL veya Rifondazione Comunista gibi örgütlü partilerle, aşağıdan kendiliğinden güçleri kanalize edebilecek ve kendilerini ifade etmelerine imkan verebilecek siyasal formlar bulmanın imkansız olduğu da açık olmalıydı.
Ancak Podemos konusunda, muhtemelen farklı bir şeyle karşı karşıyayız. Podemos’un kendisini kurduğu tartışmalı ideolojilerin ötesinde, belki de liderlerinin iyi niyeti sebebiyle ya da kendisini içinde bulduğu durum sayesinde, Podemos’un örgütlü olduğundan çok daha fazla güce sahip olduğuna inanıyorum. Şu an için, mücadelelerin sağlıklı bir şekilde kurumsallaşmasına katkıda bulunabilecek son derece ilginç ve aktif bir hareket üretiyor.
Kurumsal düzeyde mücadeleye ve politik örgüte ilişkin bu meselede, iki genel önerme daha belirterek bitirmek istiyorum. İlki, 2011 sonrası, çok açık ve tartışmasız şekilde, yataylığın eleştirilmesi ve aşılması gerektiği. Ve sadece Hegelci anlamda da değil. İkincisi, durum, yolların en politik olanını bir kez daha denemek için muhtemelen yeterince olgun: iktidarın ele geçirilmesi. İktidar meselesini çok uzun bir süredir fazlasıyla olumsuz bir şekilde ele alıyoruz. Artık iktidar meselesini çokluklar açısından, mutlak demokrasi, yani monarşi, aristokrasi ve “demokrasi” gibi kabul edilmiş kurumsal formların ötesine geçen bir demokrasi açısından yorumlayabiliriz. Bugün demokrasi meselesinin en iyi çokluklar açısından formüle edildiğine ve ele alındığına inanıyorum.
[1] Fransız devriminde Jacobin dönemi sona erdiren Termidoryen döneme atıfla, radikallerin iktidardan uzaklaştırılması ve siyasette çoğulculaşma ve pragmatikleşme dönemi (çn.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder