Recommended Post Slide Out For Blogger

17 Şubat 2015 Salı

'Kolombiya hükümetinin barış için acelesi yok'

Kolombiya'da 30 yıldır politik mücadelenin içerisinde aktif rol alan Atonio Garcia, 1980'den sonra yeniden yapılanan ELN'nin yönetim kadrosunda yer aldı. 1991'de Venezuela'nın başkenti Caracas'da hükümetle ilk barış görüşmelerini yürüten  grubun içinde de yer alan Garcia, yeni diyalog süreci hakkında Gerardo Szalkowicz bir röportaj gerçekleştirmiş, özetleyerek aktarıyorum. 






Başkan Santos'la (Juan Manuel ) ilk karşılaşmanız nasıl gerçekleşti, ne oldu orada? 

İki yıl önce tam olarak FARC'la (Kolombiya Silahlı Devrim Güçleri) Havana'da resmi görüşmelerin başladığı ağustos ayının sonlarında Venezuela hükümetinin yarattığı imkanla Santos'la temas kurduk. Amacımız Kolombiya gerçeklerini duyan birisini görmekten dolayı memnuniyetimizi ve de barış konusundaki görüşümüzü iletmekti. Hükümet barış konusunda iyi niyetli bir hava yansıtıyordu ama Santos'un savaş sürecinde barış konusunda ısrarı şüpheliydi, öte yandan dönemin Venezuela Başkanı Chavez, (Hugo) radyodan hükümetle görüştüğümüzü duyurmuştu bile. Sonuçta Başkan Santos yeni bir şey söylememiş olsa da onun isyancılarla görüşmek için öne sürdüğü şartları duymuş  olduk; Güven, doğrudan ve içeriden diyalog. Eleştirilerimizi paylaşmadık ama aradan bir ay geçtikten sonra yeni bir şey de görememiştik. 

Hükümetle diyalog nasıl başladı, öncelikle hangi konuları konuştunuz, düzenlemeyi nasıl yaptınız ? 

Diyalogun nasıl başladığı başka bir mesele, ilk temastan aylar sonra açıklamaların gündelik hayata nasıl yansıdığını izledik ve bunun üzerinden geçen dört hafta içerisinde de geri çekilme sürecini başlattık, toplamda 32 haftalık bir süreç bu. Başka bir noktadan bakarsak, bizim kusurumuz olmadığı halde kaybedilen bir 15 ay var ortada.  Hükümet, 'yavaş geçiş'ten bahsediyor ama deneyimlerimiz gösterdi ki, söylediklerinin aksine hükümetin barış konusunda acelesi yok.


Şimdiye karar kaç doğrudan görüşme gerçekleştirdiniz ve ELN'yle hükümet arasındaki bu görüşmelerin ajandasında neler vardı? 

Bir yıl içerisinde 15 toplantı ve üç tane de uzun oturumlu görüşme gerçekleşti. Her görüşme iki üç haftaya yayılmış toplantıları içeriyordu, önceliğimiz ise ajandayı oluşturan konulara dair yeni pencereler açmaktı. Şimdiye kadar sonuca ulaşılamamış olsa da, toplumsal katılım, barış için demokrasi, barış için değişim, (henüz ele alınamadı) kurbanlar, silahlı çatışmayı sona erdirmek (henüz konuşulmadı) ve anlaşmanın uygulanabilirliğini denetlemek gibi başlıklar altında ajandada altı başlık yer aldı. 

Hala konuşulmayı bekleyen iki konu var, öte yandan sizce hangi konu  daha samimi olarak ele alındı? 

Öncelikle toplumsal katılımı ele almak önemliydi, zira barış sürecine girişte toplumu politikanın içine sokmak gerekiyordu ve nasıl uygulanacağını da birlikte göreceğiz. Barış için demokrasi başlığı, gerçek bir demokrasiye nasıl bakıldığını görmek açısından önemliydi. Bütün konular aynı duyguyla ele alındı. Herşeye rağmen tuhaf bir rüya gibi ama hükümet belirli bir noktaya gelmiş oldu. Hükümet çatışmaların kaynağını teşkil eden, ulusal bağımsızlık, devletin yapısına dair temel meseleleri konuşmaya hala kapalı ve kapalı olma hali devam ettikçe biz de devamlı sorduğumuz şeyi tekrarlayacağız; anlaşmaya nasıl varacağız? Santos hükümeti acil olarak kaygılarını bir kenara bırakıp ülkenin problemlerinin çözümü konusunda çalışmalı, Nelson Mandela'nın dediği gibi, 'silah kullanmak etik değil stratejik bir konudur', Güney Afrikalı bu mücadele insanını örnek alarak çözüm yolundaki farklılıkları da hesaba katıp ilerlememiz gerekir. 


Latin Amerika'daki mücadeleleri göz önüne aldığınızda ABD'nin adaletsiz bir yaklaşım içinde olacağından çekindiniz mi?

Bu rededilemez bir mesele ve bizim tarihimizin bir parçası da bu tehlikeye karşı uyanık kalmakla ilgilidir. ABD'nin Kolombiya'daki barış sürecine temel bakışı, sürecin akim kalması ve güvenliğin tamamen uyuşturucu trafiğiyle mücadeleye yönelmesidir. Diğer yandan Kolombiya'da askeri gücün etkinliğini bütün bir bölgeye yayılmasını da arzu ediyorlar. ELN uyuşturucu trafiği konusunun ele alınması gerektiğini öne sürdüğünde konu ilgi görmemişti. Bize göre üretilmesi, laboratuvarlarda işlenmemesi gerekir. Öyle görünüyor ki devlet ve para militerler için bu bir iş alanı. ELN olarak bu meselenin görüşme ajandasına alınması ve ülke gerçeklerine uygun bir çözüm yolu bulunması gerektiğini düşünüyoruz. 


Sonuçta olumsuz gelişmelere rağmen diyalog öncesine göre bir geçiş sürecini de öngörüyor. Size göre önümüzdeki dönemde öne çıkartılması gereken konular nelerdir? 


Meseleleri yalnızca zamana bırakamayız, değişim için gönüllü de olmak gerekir bu yüzde bizim için vazgeçilmez olan beş noktaya vurgu yapmaya devam edeceğiz. 

İsyancı mücadele ne toplumsal bir meşgale ne de barış anlaşmasıyla garanti altına alınabilecek bir durumdur, en azından çatışmaların yarattığı travmaları aşmak için kesilebilir. 

Politik çözüm için devlet orta vadede çatışmalardaki sorumluluklarını üstlenmeli.Bu durum çatışmanın nedenlerine dair sorunları tartışmayı ve reform yolunu alaçacaktır: Askeri doktrinler de bu süreçte değiştirilmesi gerekir. 

Görüşmeler, dinamik bir etkinliğe dönüştürülmesi ve devletin yenilmez olduğu mantığını bir yana bırakarak sorumluluklarını kabul etmesi gerekir. 


 Barış, siyasetçilerin aracı olamaz, devletin olduğu kadar toplumun da katılabileceği açıklıkla görüşmeler yürütülmeli. 

Kolombiya toplumunun demokratikleşmesi ve bu süreçte devlet, politika yapma mücadele yöntemlerini tanıması gerekir. 

 Gelinen süreci özetler misiniz, öte yandan 50 yıllık mücadelenin ardından ELN'nin kazancı ne oldu? 


Hiçbir şey istediğiniz gibi olamayabilir, umarım yarın sabah barış anlaşması imzalarız ama ajandamızda öne sürdüğümüz başlıkları tartışmayı sürdürmekten başka birşey yapamayız şimdilik. Diğer sorunuza gelirsek,  hiçbir devlet dahi 50 yıl süresince kendi organlarını oluşturup , bağımsız bir şekilde yaşayamamıştır, biz bunu başardık.  Ardımıza baktığımızda güncel ihtiyaçlarımızı gözeterek aynı şekilde mücadeleye devam ettiğimizi düşünüyoruz. Bugün birlikte yaşayabilme fikri değerli, halkımızla hatta bütün dünyada hayallerimizi yaşayarak yola devam ediyoruz ki en büyük kazanım da budur. 



13 Şubat 2015 Cuma

Zizek'in işaret ettiği gri alan; hepimiz Hrant'ız tamam da hepimiz Ermenistan'ız demek kolay mıdır?

'Hepimiz Hrant'ız' demekle Hepimiz Ermenistan'ız demek arasındaki fark nedir? Sloven felsefeci Slavoj Zizek başka, evrensel bir keskinlikten örnek veriyor: Hepimiz Baga'lıyız (Boko Haram'ın katliam yaptığı Nijerya köyü) denilmesinin zor olacaktır zira Batı şiddet yoluyla tahakküm kurduğu için değil, karşıt şekilde özgürlük ve eşitliği de kendi kılığına soktuğu için katlanılmaz. Charlie Hebdo saldırıları sonrası devlet erkanının oynadığı piyesten çok solun ikircikli tutumuna değinen Zizek gri bir alanı - Charlie Hebdo'nun hürmetsiz mizahı-nın da dikkate alınması gerektiğini işaret ediyor. Son derece kritik bir soruyla, uç noktalardaki deneyimlerin özgürleştirici olma ihtimalinden dem vuran Zizek'in yazısını Serap Güneş ve Erkal Ünal çevirmiş, paylaşıyorum. 

Ben şuyum” (veya “Hepimiz şuyuz”) şeklindeki acıklı özdeşleşme formülü ancak belirli sınırlar dâhilinde iş görüyor; bu sınırları aştığındaysa müstehcen bir hal alıyor. “Je suis Charlie” (Ben Charlie’yim) diyebiliriz fakat “Hepimiz Saraybosna’da yaşıyoruz!” ya da “Hepimiz Gazze’deyiz!” gibi örnekler verildiğinde iş karışmaya başlıyor. Hepimizin Saraybosna veya Gazze’de yaşamıyor olduğumuzu hatırlatan acımasız gerçek, acıklı bir özdeşleşme ile üstü örtülemeyecek kadar güçlü hale geliyor. Söz konusu olan Muselmänner, yani Auschwitz’deki yaşayan ölüler olduğunda böyle bir özdeşleşme müstehcenleşiyor. Şunu söylemenin mümkünatı yok: “Hepimiz yaşayan ölüleriz!” Auschwitz’de, kurbanların insanlıktan çıkarılması öyle bir raddeye varmıştı ki, onlarla herhangi bir anlamlı özdeşleşme kurmak olanaklı değildir. (Ve tam zıddı yönde, “Hepimiz New Yorkluyuz!” diyerek 11 Eylül kurbanları ile dayanışma beyan etmek de saçma olur. Milyonlarca insan şöyle der: “Evet, New Yorklu olmayı çok istiyoruz, bize vize verin!”

Aynısı geçtiğimiz ay yaşanan katliam için de geçerli: Charlie Hebdo’nun gazetecileri ile özdeşleşmek görece kolaydı, ancak şöyle bir açıklama yapmak çok daha zor olacaktı: “Hepimiz Baga’lıyız!” (Bilmeyenler için Baga, Boko Haram’ın iki bin kişiyi infaz ettiği, Nijerya’nın kuzeydoğusundaki küçük bir kasabadır.) “Boko Haram” adı, kabaca “Batı tarzı eğitim yasak” şeklinde tercüme edilebilir – özellikle de kadınların eğitimi. Ana hedefi cinsiyetler arasındaki ilişkilerin hiyerarşik olarak düzenlenmesi olan kitlesel bir sosyopolitik hareketin mevcut olması şeklindeki tuhaf olguyu nasıl değerlendirmek lazım? Sömürüye, tahakküme ve sömürgeciliğin diğer yıkıcı ve aşağılayıcı yanlarına maruz bırakılmış olan Müslümanlar, tepkilerinde neden Batı mirasının (en azından bizim için) en iyi kısmını, yani eşitlikçiliğimizi ve – tüm otoritelerle dalga geçme özgürlüğü de dâhil – kişisel özgürlüklerimizi hedef alıyorlar? Yanıtlardan biri hedeflerinin bilinçli seçilmiş olduğu: Liberal Batı, yalnızca sömürdüğü ve şiddet yoluyla tahakküm kurduğu için değil, aynı zamanda bu zalim gerçekliği tam zıddı bir kılıkta, yani özgürlük, eşitlik ve demokrasi olarak sunduğu için de bu kadar katlanılmaz.
Paris katliamının kurbanları ile dayanışma içinde el ele tutuşmuş olan, Cameron’dan Lavrov’a, Netanyahu’dan Abbas’a kadar dünyanın büyük politik isimlerinin sergilediği piyese geri dönersek: eğer ikiyüzlü sahtekârlığın bir resmi olsaydı, işte bu olurdu. Kimliği bilinmeyen bir vatandaş, tören alayı penceresinin altından geçerken, Avrupa Birliği’nin gayri resmî marşı olan Beethoven’ın “Mutluluğa Övgü”sünü çalarak, içinde bulunduğumuz karmaşadan en fazla sorumlu olan insanların sahnelediği bu mide bulandırıcı piyese politik bir zevksizlik de kattı. Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, onlarca gazetecinin öldürüldüğü Moskova’da böyle bir yürüyüşe katılsa hemen gözaltına alınırdı. Ve gerçekten de bir piyesti sergilenen: medyada gösterilen fotoğraflarda siyasi liderler sanki bir caddedeki büyük bir kalabalığın önündeymiş izlenimi veriliyordu. Fakat yukarıdan tüm sahneyi alan başka bir fotoğrafsa, politikacıların arkasında yalnızca yüz kadar insanın durduğunu, geri kalan alanın bomboş olduğunu ve gruba arkadan ve etraftan polisin eşlik ettiğini gösteriyordu. Esas Charlie Hebdo jesti, kapağında bu olayla acımasızca ve tatsız şekilde dalga geçen koca bir karikatür olurdu.

10 Şubat 2015 Salı

Galeano: Tüketim imparatorluğu tek bir yönü, çöpü gösterir


'Hali hazırda tüketim patlamasının çıkardığı karmaşa savaşlardan ve karnavallardan daha fazla gürültü çıkarıyor.' Uruguaylı yazar Eduardo Galeano, 'Tüketim İmparatorluğu' başlıklı yazısına bu tanımlamayla giriş yapıyor.Makale,  modern toplumun işleyen doğası karşısında büyülenmiş gibi yaşayanlara nasihat değil bir uyarı mesajı veriyor, bir anlamda sahte büyülenmeden kurtulma çağrısı yapıyor.  Her şeyi kredi karşılığında tüketebilme ihtimalinin yarattığı sahte demokrasi, hafta sonları alışveriş merkezlerine yapılan kutsal ziyaretler, tüketenle birlikte soluk alıp veren mallarla tüketim imparatorluğu gezegenin her yanını kontrol altına aldığı bir zamanda Galeano'nun uyarı mesajı niteliğindeki makalesini paylaşıyorum. 

 Eski bir Türk atasözünde söylendiği gibi, 'borca içen iki kez sarhoş olur'. İçki aleminin sersemliği bakışı etkiler; küresel sarhoşluğun ise ne özelliği ne de sınır varmış gibi görünüyor, tüketim kültürü davulun sesi gibi bir rüya vaat ediyor ama içi boş bir rüya.  Gerçekle karşılaşma saati gelip de kutlama bittiğinde, sarhoş yalnız uyanır kendisine yalnızca bedelini ödemek zorunda olduğu kırık tabaklar eşlik eder.

Sistem, genel olarak çatışmaları ardına alarak yayılır, daha fazla satışın, damarların ihtiyaç duyduğu hava gibi bir eğilimi vardır ve her seferinde insana hayallerine ulaşmak için çalışma gücü de verir. Sistem her şeyin adıyla konuşur, tüketime göre düzenler .Bütün başlayan ve biten macera yalnızca televizyonda da gerçekleşmez. Birçok insan, elde etmek istedikleri için borçlanır, borcu ödemek için yeniden borçlanır ve arzu edilen, ele geçirilmek istenen eşya suçlanarak süreç devam eder.

 Herşeyi yapmakta özgürsün diyenler yön gösteriyor; çöpe doğru ( Yön- derecho ile derroche, boş, çöp, israf kelimeleriyle bir oyun ) Söyle bana ne kadar harcayabilirsin ve bunun için ne kadar ödeyebilirsin? Bu modernlik ne çiçeklerde ne tavuklarda ne de insanlarda uyku bırakmaz. Kış bahçeleri çiçekler daha hızlı yetişsin diye ışığa boğulacak,  yumurta fabrikalarında daha fazla üretim için tavuklara uyku yasaklanır, insanlar ödemek zorunda kalacaklarını hatırladıkça insomnia yaşamaya başlarlar, bu insanlar için iyi değil ama ilaç endüstrisi için iyi bir şeydir.  

ABD, dünyada legal olarak üretilen sentetik, kimyasal  ilaçların yarısını tüketiyor, nüfusun yarıdan fazlası da  illegal olarak elde edilen kuru, sulu maddelerin müptelası, neredeyse dünya nüfusunun beşte biri bunları kullanıyor  yani. Montevideo'dan bir kadının da dediği gibi;  satın alan insanlar mutsuz.  ‘Utancı ardında bırakarak acıyla onsuz olacaksın’ der bir tango şarkısı da. Parasız bir adam zavallıdır, 'hiçbir şeye sahip olmadığında, düşünmeye değer şeyin de olmaz' der Buenos Aires'den birisi de. Dominikanların yaşadığı San Francisco'da ise şöyle dendiğini duyarsınız; ' Kardeşlerim markalar için çalışıyor, etiket satın alarak yaşıyorlar ve onları ödemek için de irice gözyaşı döküyor.”

Tüketimde şiddet gözden kaçar: Tek tip üretim, karın ve çeşitliliğin düşmanıdır. Seri üretim bandının içinde olan herkes tüketilecek şeye uygun hareket etmelidir. Zorunluluğun diktatörlüğü herhangi bir diktatörlükten daha tahrip edici bir sistem yaratır: Varolan dünya sonsuzluğa karışırken, fotokopi gibi tüketicilerin üretildiği yeni bir dünya üretilecek buradan. Bu toplumda nicelik, niteliğin önüne geçecek şişmanlık iyi beslenme alameti olarak gösterilecektir. Lancet adlı bilim dergisine göre; son zamanlarda 'obezlik tehlikesi' felaket noktada, gelişmiş ülkelerde yaşayan gençlerin yüzde 30'u bu 'tehlike' içerisinde büyüyormuş.

9 Şubat 2015 Pazartesi

Ursula K. Le Guin: Peki soldan geriye ne kaldı?



Ursula K. Le Guin’i basma şansı bulursanız, üstüne atlarsınız; bir kurgu dergisi olsanız ve masanızın üzerinde duran şey Guin’in politik makalelerinden biri olsa bile. Aslında arada bir bağlantı mevcut. Ulusal Kitap Ödülünün son sahibi olan bu bilim kurgu ikonu, politik fikirlere uzun ve tarihsel önemi olan bir ilgiye sahip; Mülksüzler ve Dünyaya Orman Denir gibi eski romanlarından birçoğu çevrecilik, anarşizm ve Taoculuk üzerine etkili alegoriler. 86 yaşında, halen radikal bir düşünür. Aşağıdaki makale, yazar ve politik teorisyen Murray Bookchin’in tutkulu bir övgüsü; makalelerinin yakın tarihli bir koleksiyonundan oluşan kitabın önsözünden bir alıntı – bir vasiyetname. Le Guin'in makalesini dünyadan çeviri kolektifi, Türkçe'ye çevirmiş, paylaşıyorum.  

“Sol”, Fransız Devrimi’nden bu yana anlamlı bir kavram; sosyalizm, anarşizm ve komünizm ile daha geniş bir anlam kazandı. Rus Devrimi ile tamamen sol görüşlü bir iktidar geldi; solcu ve sağcı hareketler İspanya’yı ikiye böldü; Avrupa ve Kuzey Amerika’daki demokratik partiler iki kutup arasında saflaştılar; ABD’deki gericiler “komünist solcuları” 1930’lardan Soğuk Savaş’a kadar şeytanlaştırırken, liberal karikatürcüler muhalefeti ağzında puro olan şişman bir plutokrat gibi resmettiler. Sol/sağ zıtlığı, sıklıkla bir aşırı basitleştirme olmasına rağmen, iki yüzyıl boyunca dinamik dengenin bir açıklaması ve anımsatıcısı olarak kullanışlıydı.

Yirmi birinci yüzyılda, bu kavramları kullanmaya devam ediyoruz, peki soldan geriye kalan ne? Devlet komünizminin başarısızlığı, sosyalizmin bir derecede demokratik hükümetlerdeki sessiz tahkimi ve politikanın kurumsal kapitalizmin yönlendirmesiyle sürekli olarak sağa kayması gibi gelişmeler, ilerici düşüncenin arkaik veya gereksiz ya da hayal ürünü olduğu algısını yarattı. Sol, düşüncesi açısından marjinalleşti, amaçları açısından bölündü, birleşme kabiliyeti açısından güven vermemeye başladı. Özellikle ABD’de sağa kayma o denli güçlü oldu ki eskiden anarşizmin veya sosyalizmin konduğu terör umacısı yerini şimdi liberalizm aldı ve artık gericilere “ılımlı” deniyor.

Peki, sol gözünü kapamış, yalnızca sağ elini kullanmaya çalışan bir ülkede, iki elini ve iki gözünü kullanabilen Murray Bookchin gibi bir eski tüfek ne yana düşüyor? Onun okurlarını bulacağını düşünüyorum. Pek çok insan, eylemlerine dayanak olacak tutarlı, yapıcı bir düşünce arayışında – sonuçsuz kalan bir arayış… Özgürlükçü Parti gibi ümit vaat edici görünen teorik yaklaşımlar, kuzu postuna bürünmüş kurt çıktı; İşgal Et hareketi gibi, bir soruna yönelik acil ve etkili çözümler, yapısal açıdan zayıf ve uzun vadede dayanıksız çıktı. Toplumun göstere göstere aldattığı ve ihanet ettiği genç insanlar, zeki, gerçekçi, uzun vadeli bir düşünce arayışındalar: atıp tutan bir başka ideoloji daha değil, pratik ve işe yarayan bir hipotez, nereye gittiğimizin kontrolünü nasıl yeniden ele alabileceğimize dair bir metodoloji. Bu kontrolü elde etmek, toplumu denetimi altına almak istediği güç kadar kuvvetli şekilde ve bir bütün olarak derinden etkileyen bir devrim gerektirecek.

Murray Bookchin, bir şiddetsiz devrim uzmanıydı. Tüm hayatı boyunca planlı ve plansız radikal toplumsal değişimler ve bunlara nasıl hazırlanılacağı üzerine düşündü. Makalelerinin geçtiğimiz ay Verso Books tarafından yayınlanan yeni bir koleksiyonu olan “The Next Revolution: Popular Assemblies and the Promise of Direct Democracy” (Sonraki Devrim: Halk Meclisleri ve Doğrudan Demokrasi Vaadi) yaşamından sonra onun düşüncelerini, yüz yüze olduğumuz tehditkar geleceğe taşıyor.

Sabırsız ve idealist okurlar, onu rahatsız edici derecede kalın kafalı bulabilirler. Gerçekliğin üzerinden atlayıp sonu mutlu biten hayallere dalmak istemez çünkü. Politik eylemmiş gibi görünen ama kurallara karşı gelmekten ibaret olan şeylere karşı isteksizdir: “Bir kargaşa veya ‘yaratıcı kaos politikası’ veya nahif bir ‘sokakları zapt etme’ pratiği (genellikle bir sokak festivalinden biraz fazlası), katılımcıları, ergen sürülerine dönüştürür.” Bu durum, Aşk Yazı açısından, kesinlikle İşgal Et hareketi için olduğundan daha geçerli. Yine de her zaman için haklı bir uyarı.


Sahip olduğumuz her şey, dünyadan aldıklarımız; ve giderek artan bir hız ve kibirle alırken, artık daha da azını kısır veya zehirli olarak iade ediyoruz. Fakat Bookchin, asık suratlı bir bağnaz değil. Onu ilk olarak bir anarşist olarak okudum. Muhtemelen kendi neslinin en belagatli ve düşünceli olanı. Ve anarşizmden uzaklaşarak, özgürlükten aldığı haz duygusunu yitirmedi. O hazzın ve özgürlüğün bir kez daha, kendi öforik sorumsuzluğunun enkazına gömülmesini istemiyordu.

5 Şubat 2015 Perşembe

Kobane kimin için önemli?

İspanyol gazeteci Karlos Zurutuza, Kobane başta olmak üzere bölgedeki deneyimlerini bir makaleyle aktarmış. Kobane'nin 'demokratik konfederalizm' için bir sembol haline geldiğini ileri süren Zurutuza'ya göre, yeni Ortadoğu'nun anahtarı Kürtlerin elinde. Türk hükümetinin 'matruşka bebekleri' gibi oyunlar oynayacağı öngörüsünde bulunan Zurutuza'nın makalesini paylaşıyorum. 

 Geçen 135 günde şüphesiz kahramanca bir direniş ve uluslararası koalisyonunun hava saldırıları unutulmayacak. Dört ayı aşkın bir süredir, dünyanın geri kalanının kaçışları seyrettiği, Türk hükümetinin herkesin gözü önünde cihatçıların sınırı geçmelerine göz yumduğu bir ortamda IŞİD'a karşı hendek kazarak mücadele veren kent resmi olarak özgürleşmiş durumda. Türk Cumhurbaşbakanı  Recep Tayyip Erdogan'ın gazetelere de yansıyan yorumuyla, 'Türkiye'nin, Suriye'de Kuzey Irak'takine benzer otonom yapı istemediği' Kobane'de de konuşuldu ama onlar için çok da anlam ifade etmedi. 
Erdoğan, Suriye'de 'Barzanistan' hayalinin boşuna olduğunu iddia edebilir, bu iddianın ardında ucuz petrol karşılığında Cezire kantonunun ihtiyaçlarını giderme isteği de olabilir. Ankara, bölgede Suriye'deki savaşa dair pozisyonunu belirlediği günlerdeki gibi şimdilerde İran'ın etkisinde şekillenen politik ortamda yeni ittifaklara girişebilir. Bu senaryo Erdoğan için iyi olmayabilir ama gelecekteki enerji ihtiyacının önemli bölümünü karşılayacağı Erbil'le imzaladığı anlaşmalar çerçevesinde bu iddia boşuna olmayacaktır. Yine de son günlerde Türk hükümetinin, Rojava'ya yönelik ambargolarının utancı Ankara ve Erbil arasında yeni ticari ilişkilerin kurulmasını da engellemeyecektir, diğer yandan Kobane'ye girerek 'Kürt kardeşlerine' yardım eden Peşmergelerin kendi sınırlarında hendekler kazarak Suriye'deki Kürtlerin hayati ihtiyaçlarını karşılamalarını engellediğini de gördük. 

Bütün niyetler bir yana sonuçta Suriye'de devam ettirilen modeli komşu Irak'ın görmezlikten gelmeyeceği de açık v e 2003'te illegal bir şekilde kurulup Kuzey Suriye'deki devrime öncülük eden PYD'nin PKK'yla ideolojik ortaklığı da görülmezden gelinmeyeceği gibi. 
Bahsi geçen model, Suriye'de Kürtlerin kontrolü altındaki üç bölgede, –Afrin, Kobane ve Cezire- de gerçekleştirildi, ve bu PKK lideri Abdullah Öcalan tarafından Ortadoğu'da iktidarın aygıtlarını oluşturma projesinin parçası olarak sunuldu. Projenin özü, bölgenin yapısına uymayan tekliğe, merkeziyetçi yönetime karşı çokluğu öne çıkarmak. Bir tür radikal demokrasi deneyimi olarak sunulan projede kararlar doğrudan alınırken, kollektif iktidara dair detayları Öcalan 1o yıl önce  Demokratik Konfederalizm konseptinde sunmuştu.